3 Eylül 2011 Cumartesi
5. Beyoğlu Sahaf Festivali
aylar yıllar ne çabuk geçiyor değil mi a dostlar.. sonbahar sadece bu ve bunun gibi etkinlikler sebebiyle bile sevilebilir.. eh bu sene erken haberim olduğu için mutluyum, kıvançlıyım, kendimle gurur duyuyorum..
dört gözle bekliyoruz..
7 Ağustos 2011 Pazar
6 Haziran 2011 Pazartesi
Hakan Günday/ Zargana
zargana üzerine yazmaktan ince ince tırsmaktayım.. halbuki daha yazmadığın yazıdan, izlemediğin filmden, okumadığın kitaptan neden tırsıyorsun ki diye başlayıp bu konudaki psikolojik irdelemelerimle sizi sıkmak istemediğimden hemen düşüncelerime geçiyorum..
öncelikle hakan günday okumak uzun zamandan beri istiyordum.. ani bir kararla listenin üst sıralarına taşıdım zargana'yı ve hızlıca okudum.. ilk şaşırdığım şey kitabın üslubu oldu... zira hakan günday'dan niyeyse böyle ağdalı, uzun cümlelerle dolu, zor okunan bir üslup bekliyordum.. ama gayet kolay okunan ve keyifli bir dil ile karşılaştım.. diğer kitapları nasıl bilmiyorum hepsine bir bakmak lazım.. şaşırdığım ikinci bir şey de yok aslında:)
hikaye karanlık, arka sokaklarda gezinen marjinal bir hikaye.. dolayısıyla uzunluğa değil derinliğe doğru ilerleyen cümlelerle anlatılmış olması ve belki de o karanlığı üslupta değil hikayenin kendisinde bulmak çok daha etkileyici yapıyor anlatılanı.. zargana ise anlaması zor bir tip bana göre.. zargana'ya göre de öyle zaten.. ona göre dünyada yaşayan 4 tip canlı vardır: bitki, hayvan, insan ve zargana... o da kendini arar zaten uzun yıllar boyunca.. ve insanlara gerçek hayatta oynanmak üzere roller yazmaya başlar.. bu oyunun da ona yetmediği yerde kendini anlamak için hayatını sahneye koyar ve biz de oyuncuların rolünü nasıl kabullendiklerini izleriz..
aslında gerçek hayatta da olduğu gibi..
e alıntı yapmadan da olmaz ki şimdi:
"İnsanlar uyurken evlerine hırsızları yollayan hayattır. İnsanlar ölüyken paralarını işletenlerse şirketler. İkisi de durmaz. Sürekli açık bırakırlar ışıklarını..."
daha bir çok, bir çok şeyler söylenebilir benim söyleyeceklerim bu kadar..
ayrıca bakınız kitabın müziklerinden: the doors/ the end
23 Mayıs 2011 Pazartesi
prensesin uykusu üzerine..

5 Mayıs 2011 Perşembe
yalnızlar rıhtımı mızıka tabları

mızıka tablarım halka açıldı!

uzunca bir süre ben mızıka istiyorum diye ortalarda dolandığım doğrudur...
14 Mart 2011 Pazartesi
suluboya dediğin...





22 Şubat 2011 Salı
marie laurencin



çöpten masallar...

ben bir masal severim...
13 Ocak 2011 Perşembe
Orhan Kemal... Çikolata...

ÇİKOLATA *
Şekercinin kocaman vitrini önündeydiler. Vitrinde boy boy, kutu kutu şekerler, şekerlemeler, çikolatalar. Çikolatalara bakıyorlardı. Ortadaki topaç gibi oğlanın sağında ablası, solunda yoğurtçunun kızı. Yoğurtçunun kızı "Abla" kadardı. Abla az önce topaç gibi kardeşini berbere götürmüştü, çeke çeke. Büyük aynaları vardı berberin, telleri mavi boncuklu kafesi vardı, kafesin içinde sarı, sapsarı kuşu.
Babasının arkadaşıydı sonra. Dudağının üstünde ipince, simsiyah bıyığı, karşı evin koca memeli kızına güler dururdu aynalardan. Koca memeli kız da gülerdi, gülüşürlerdi. Arada el ederlerdi birbirlerine. Topaç gibi oğlan da görmüştü saçları sıfır numaraydı kesilirken. Sarı kuşu da görmüştü. Parmak kadar, bıcır bıcır. Berberin makinesi saçını çekmese arada. Canı öyle acıyordu ki. Kalkıp kaçmak, sokaktan dükkanı taşlamak geliyordu. Bunun için sevmezdi traş olmayı. Tepinmesi, ablasını tekmelemesi bundandı. Traştan sonra ablası "Paralarımızı karıştırıp ellilik bir çikolata alalım" demeseydi bilirdi yapacağını.
Şekercinin vitrini önünde silinivermişti berber de, aynaları da, kafeste, sarı kuş ta. Çikolatalar vardı şimdi, salt çikolatalar. Güneşte alev alev uçuşan kırmızılar, morlar, sarılar, maviler; kırmızılara, morlara, sarılara, mavilere sıkı sıkı sarılı çikolatalar. Abla da, oğlan kardeş te, yoğurtçunun kızı da sıkı sıkı sarılı, alev alev kırmızıların, morların, sarıların, mavilerin içindeydiler. Ya da maviler, sarılar, morlar; kırmızılar alev alev, yaprak yaprak uçuşuyordu içlerinde.
Ablayla kardeş tadını biliyorlardı çikolatanın. Halaları getirmişti birinde, Sarıyer'den. Halalarının siyah mantosu vardı, kocaman bir et beni vardı yüzünde, gözleri sürmeli sürmeli. Para da verirdi arada. Koz helvası, ya da yuvarlak keten helvaları getirirdi Emirgan'dan. K'at k'at. Isırınca tatlı koz helvasının tadında. Babalarının seferden uzamış sakalıyla benzin benzin döndüğü yağmurlu gecelerden birinde babası da getirmişti koz helvası. Arada getirirdi. Çokluk ta uzamış tozlu sakalında küfür: "Eşşek herifler, namussuzlar, deyyuslar!"
Ama çikolata keten helvasından da tatlıydı, koz helvasından da. Yoğurtçunun kızı da biliyor muydu? Bilsin, bilmesin. Başı sıfır numara makineyle traşlı oğlanın cebinde yirmi vardı, ablasının cebinde de otuz. Karıştırdılar mıydı...
- Abla!
Kirli saçlarında kırmızı kurdela:
- Ne var?
Yoğurtçunun kızı da bakıyordu.
- Hiç, dedi.
Bu kız, bu yoğurtçunun pis kızı da. Ne duruyordu yanlarında? Yirmi kuruşu vardı, ablasının da otuz. Karıştırdılar mıydı elli. Ellilik bir tane alabilirlerdi. Ama yoğurtçunun kızı!
Abla da biliyordu çikolatanın keten helvasıyla koz helvasından daha tatlı olduğunu. Alırlar, bölüşürler, yiye yiye giderlerdi ama şu kız, şu pis kız, yoğurtçunun pis kızı. Hem parası yok, hem de ayrılmıyordu yanlarından. "Git" deseler, "Niye?" derdi; "Çikolata alacağız" deseler, "Bana ne?" der. Alsalar, aptal aptal bakar. Verseler, kendilerine bir şey kalmaz, vermeseler... Babaları tozlu sakallarının traşlı sabahlarında çokluk l'fını ettiği gibi "imrendirmek günah"tı. Cehennem vardı. Cehennemde katran kazanları, zebaniler.
- Abla!
- Ne var?
- Bu çikolatalar halamın getirdiğinden mi?
- Hayır.
- Halamın getirdikleri daha tatlı değil mi?
- Tabii.
Yoğurtçunun kızı:
- Bütün çikolatalar birbirine benzer!
İkisi iki yandan:
- Ne biliyorsun?
- Siz ne biliyorsunuz?
Bize halamız getirdi Sarıyer'den.
- Bana da getirdi.
- Senin halan var mı?
- Sizin var mı?
- Var.
- Benim de var.
- Bize her gelişinde getirir!
- Bana da.
- Bize keten helvası da getirir, koz helvası da.
- Bana da.
- Nereden getirir?
- Size nereden getirir?
- Sen söyle bakalım nereden getirdiğini!
- Niye söyleyeyim?
- Biz niye söyleyelim? Bizim babamız kamyon şoförü, dünyayı dolaşır!
- Benim babam da yoğurtçu. Apartmanlara bile yoğurt satar!
Oğlan, ablasına kıpkırmızı döndü:
- Abla be!
- Ne var?
- Halası çikolata getirirse gitsin yesin!
Yoğurtçunun kızı:
- Gitmeyeceğim dedi.
Ablanın kırmızı kurdelası sarardı:
- Niye?
- Siz niye gitmiyorsunuz?
- Bize ne bakıyorsun sen?
- Siz de bana ne bakıyorsunuz?
- Biz akşama kadar bekleriz!
- Ben de beklerim.
- Burası senin mi?
- Sizin mi?
Abla:
- Sus, dedi kardeşine. Biz onun gibi şey değiliz!
- Asıl ben sizin gibi şey değilim.
- Ne?
- Size ne?
Oğlan:
- Erkeksen söyle, dedi.
- Söylerim.
- Söylerim.
- Söyle hadi!
- Sizden mi korkarım?
- Biz senden mi korkarız ya?
Caddenin bozuk parkelerinden mavi bir De Soto pırıl pırıl geçiyordu.
- Abla!
- Ne var?
- Babam bu mavi arabayı bile sürebilir değil mi?
- Sürer tabi.
Yoğurtçunun kızı duydu, anlamadı. Halası fil'n yoktu ama bir halası olsun isterdi. Halası olsaydı, Sarıyer'den çikolata, koz helvası, Emirgan'dan keten helvası getirseydi. Ya da şoför olsaydı babası... Sonra, çikolata, çok tatlı mıydı acaba?
- Abla!
- Ne var?
- Biz istesek çikolata...
- Sus!
- Alabiliriz değil mi?
- Sus dedim ya sana!
- Ama almayız biliyorum. Cehennemde katran kazanları var.
- Sus demedim mi sana ulan?
Yoğurtçunun kızı gülüverdi. Ablasının kurdelesi yine sarardı!
- Niye güldün?
- Sana ne?
- Erkeksen, söyle dedi oğlan.
- Senden mi korkacağım? Nereden gördün cehennemi?
- Sen nereden gördün?
- Ben görmedim ki.
- Biz de görmedik.
- Katran kazanlarını ne biliyorsun?
Abla kardeşine baktı, kardeş ablasına. Abla,
- Babam, dedi. Babam bilmez mi?
- Bilsin. Siz bilmiyorsunuz ya!
- Abla be!
- Ne var?
- İstesek çikolata alabileceğimizi gösterelim mi şuna?
Yoğurtçunun kızı sarı teneke küpeleriyle meydan okudu:
- Gösterin bakalım!
- Gösterelim mi abla.
- Gösterelim mi ablaymış. Paraları varmış ta sanki...
- Yok mu?
- Var mı?
- Baak!
Dudak büktü:
- Benim babam bana daha çok veriyor...
Abla da gösterdi. Yoğurtçunun kızı yine dudak büktü.
- İkinizinkinden de çok veriyor ve harcayacak yer bulamıyorum!
Abla neredeyse ağlayacaktı:
- Bir tane ellilik çikolata al bakalım hadi!
- İstersem alırım ama almam.
- Biz alırız, dedi oğlan.
- Alırsınız evet, alın bakalım.
- Alamaz, mıyız?
- Alsanıza!
Oğlan:
- Enayi! dedi.
"Enayi" kıpkırmızı kesildi.
Enayi sizin gibi olur!
Ablanın yüzüne kurdelesinin kırmızıları uçuştu:
- Beni karıştırma!
- Kardeşin beni ne karıştırdı?
- Hadi hadi, bizim terbiyemiz senin gibilerle çene yarıştırmağa müsait değil!
- Asıl benim terbiyem müsait değil.
- Sus sus...
- Bizim paramız var değil mi abla, niye susalım?
Dükk'na geldiler. Yoğurtçunun kızı kaldı. Kirli saçları taraz taraz. İçkici, kumarcı babasıyla dört ablasından başka kimsesi yoktu. Ablaları tütün fabrikasının kalın kalın öttüğü sabahlara karışır giderlerdi. Dönüşte elleri boş. Annesi sağken üzüm, incir, beyaz peynir, zeytin paketleriyle dönerdi. Yemek pişirirdi, gece yarılarına kadar çamaşır yıkardı, kızlarını önüne oturtur saçlarını tarar, kurdeleler bağlardı kırpıntılardan. Annesi sağken ablaları çalışmazdı fabrikada. Kaydırak oynarlardı, ip atlarlardı, top. Babası bile bu kadar içmezdi o zaman.
Kırmızı k'atlı, ellilik bir çikolatayla çıktılar dükk'ndan önce kırmızı k'adı yırtılıp atıldı, sonra gümüş. Daha sonra da bölüşüldü, başlandı yenmeğe.
Çok mu tatlıydı acaba? Gene:
- Onu bana bedava verseler yemem, dedi.
Duydular mı? Duydularsa ne dediler? Yiyişlerini görüp imrendiğini belli etmemek için gözlerini yumdu. Yumulu gözlerinin içinde k'atlarından soyulup iştahla çiğnenen çikolata. Gözlerini açtı, vitrin. Vitrinde al, yeşil, mor, sarı, pembe k'atlarla çikolatalar. Gözlerini yumdu, berbere götürülen ortaklaşa alınan, çikolata bölüşülen kardeş, mavi arabayı bile sürebilen baba. Sariyer'den çikolata, Emirgan'dan keten helvası, koz helvası getiren hala. Gözlerini açtı, yanyana gidiyorlardı. Yumdu gözlerini, açtı, yumdu. En son açtığı sıra karşı sokağın dönemeceni bulduklarını gördü. Yumdu, açtı, yoktular artık. Sokak yutmuştu ikisini de. Tam gidecekti, kaldırım, kaldırımın dibi, kaldırımın dibinde kırmızı yanan yırtık çikolata k'atları, ufacık bir toptu buruşuk gümüş k'at. Çevresine kuşkuyla baktı. Görülüp "Çingene" denmesinden korkuyordu.
Bir simitçi geldi geçti.
Evlere, evlerin pencerelerine baktı. Pencerelerde tül perdeler.
Eğildi, gümüş k'adın buruşuk topunu aldı.
Yeni bir simitçi.
Topmuş gibi, buruşuk k'adı havaya attı, tuttu, tuttu attı. Atıp tutarak bir sokak, bir sokak daha, daha sonra daha bir başka sokak. Yer yer pislenmişti. Sidik kokuyordu bu sokak.
Gümüşten topu açtı, çikolata bulaşıklarını yaladı yaladı.
Orhan KEMAL
* Orhan KEMAL. "Çikolata". Dünyada Harp Vardı: Hikayeler, İstanbul: Ataç, 1963, s. 16-22.