7 Ağustos 2011 Pazar

hüznün resmi


               mutluluğu geçtim bana hüznün resmi nedir diye sorsanız işte budur derim..
                                                   Edvard Munch/ Madonna

6 Haziran 2011 Pazartesi

Hakan Günday/ Zargana


zargana üzerine yazmaktan ince ince tırsmaktayım.. halbuki daha yazmadığın yazıdan, izlemediğin filmden, okumadığın kitaptan neden tırsıyorsun ki diye başlayıp bu konudaki psikolojik irdelemelerimle sizi sıkmak istemediğimden hemen düşüncelerime geçiyorum..

öncelikle hakan günday okumak uzun zamandan beri istiyordum.. ani bir kararla listenin üst sıralarına taşıdım zargana'yı ve hızlıca okudum.. ilk şaşırdığım şey kitabın üslubu oldu... zira hakan günday'dan niyeyse böyle ağdalı, uzun cümlelerle dolu, zor okunan bir üslup bekliyordum.. ama gayet kolay okunan ve keyifli bir dil ile karşılaştım.. diğer kitapları nasıl bilmiyorum hepsine bir bakmak lazım.. şaşırdığım ikinci bir şey de yok aslında:)

hikaye karanlık, arka sokaklarda gezinen marjinal bir hikaye.. dolayısıyla uzunluğa değil derinliğe doğru ilerleyen cümlelerle anlatılmış olması ve belki de o karanlığı üslupta değil hikayenin kendisinde bulmak çok daha etkileyici yapıyor anlatılanı.. zargana ise anlaması zor bir tip bana göre.. zargana'ya göre de öyle zaten.. ona göre dünyada yaşayan 4 tip canlı vardır: bitki, hayvan, insan ve zargana... o da kendini arar zaten uzun yıllar boyunca.. ve insanlara gerçek hayatta oynanmak üzere roller yazmaya başlar.. bu oyunun da ona yetmediği yerde kendini anlamak için hayatını sahneye koyar ve biz de oyuncuların rolünü nasıl kabullendiklerini izleriz..

aslında gerçek hayatta da olduğu gibi..

e alıntı yapmadan da olmaz ki şimdi:
"İnsanlar uyurken evlerine hırsızları yollayan hayattır. İnsanlar ölüyken paralarını işletenlerse şirketler. İkisi de durmaz. Sürekli açık bırakırlar ışıklarını..."

daha bir çok, bir çok şeyler söylenebilir benim söyleyeceklerim bu kadar..
 ayrıca bakınız kitabın müziklerinden: the doors/ the end

23 Mayıs 2011 Pazartesi

prensesin uykusu üzerine..



çağan ırmak bana göre "güzel" bir yönetmendir... öyle deli gibi hayranı değilim ama ne yapmış acaba bu sefer diye merak ederim.. prensesin uykusu filmini duyduğumda dedim ki sıra gişe filminde kesin kırıp geçirecek ortalığı.. ama öyle olmadı, çok popüler olmadı ya da popüler olduğu sıralarda ben başka bir şeylerle ilgileniyordum bilmiyorum.. geçen gün filmi izledim, bu gün de sağda solda ne yazılmış ne yorumlar yapılmış diye baktım.. düşünüyorum da sevinç erbulağın saçlarının modeli üzerinden film eleştirilir mi ya? bu mudur yani? cem yılmaz edasıyla sesleniyorum tüm bir film sektörü bunun için mi var ya?

çağan ırmak yapmış aman hadi eleştirelim hep kaka hep kaka diyelim.. ben öyle multi entelektüel, film kültürüne hakim biri değil, efendim nuri bilge ceylan'ı, zeki demirkubuzu, kubricki, bergmanı bilmem kimi hımlaya homlaya değil oflaya puflaya, ayıla bayıla izleyen ve /veya izlemeye çalışan çoğunlukla da öyle filmlerden korkup izlemeyi sürekli erteleyen bir insanım.. benim için güzel film ertesi gün de hala etkisinde olduğum, üzerinde düşündüğüm filmdir.. kim yapmış olursa olsun..

neyse ben daha fazla sinirlenmeden filme döneyim:) çağan ırmak'ın diğer filmlerinde de olduğu gibi hem gülüyor, eğleniyor hem de derinden hüzünleniyorsunuz izlerken.. karakterlerin ise gerçekçilikten ziyade karikatürize tipler olduğunu düşünüyorum.. zaten masal tadında ( yahut masalsı düşlerin oynaklığında:) bir anlatıma sahip olduğu için böyle tiplerin olması da sırıtmıyor.. ve o masal kahramanlarını da anlattığı masalı da seviyorsunuz.. anlatılan masal ise aziz'in (çağlar çorumlu) deyimiyle "tüm dünyadaki masalların aksine uyutmak için değil uyandırmak için"... uyuyan masum bir prenses var çünkü hikayenin odağında... aziz onun dilekleri için çırpınıyor ve etrafındakileri de buna ortak ediyor.. onun macerasını izlerken biz de farklı karakterler ve azizin kendisiyle tanışıyoruz...

aziz, ana kahramanımız ve aşırı derecede iyimser biri ( yahut optimize duygusuluğun kanatlarında bir insan:).. yer yer bu iyimserlik rahatsız edebilir ama ben ondaki garipliği fark ettiğim andan itibaren olduğu gibi kabul ettim onu.. siz de öyle yapın, zira bunda zorlanmayacağınıza eminim çünkü yapay bir pollyanna iyimserliği değil bu, karakterin doğasında var... belki hayata karşı inadına bir umut besleme isteğidir onunkisi kim bilir.. kendi yarattığı hayal dünyasında yaşamak, masallardan bir savunma mekanizması kurmak bizim kalın duvarlarımızdan ve katı gerçekliğimizden çok daha iyidir belki.. hayat öyle daha güzeldir.. ben azizi ve onun hayatı yaşayışını sevdim kısacası..

filme olumsuz eleştiri olarak da şunu söyleyebilirim ki keşke redd grubu filmin bir kahramanı olmasaydı da sadece müziklerini yapmakla kalsaydı..

keyifle, gülümseyerek izlenen hoş bir film olmuş.. son olarak filmin animasyon kısımlarının da çok iyi olduğunu söyleyerek susuyor, çağan ırmak bu işe de girsin diyerek noktayı koyuyorum.. iyi seyirler.. :)








5 Mayıs 2011 Perşembe

yalnızlar rıhtımı mızıka tabları



Yalnızlar Rıhtımı/ Erkin Koray

(10 delikli Do-C- Majör Diatonik Blues Mızıka için)

4      5       6    -5     6  -6   -7 7
Bir  ben   miyim   peri--şan,
-7 -8 7     -7 -6  -6 6 6
gecenin    karanlığında 
5    6    -5  5     -5   6  -6 -7
Yosun  tuttu   gözler--im,
5    6  -5    5 -4 -4   4 4
yalnızlar   rıhtımın-da
7    -7    7 -6   -7 7 -8
Bütün  gece  ağladım,
-9  8 -8    7 -7 -6   6 -5
dalgalar   kucağın-da
5    6      -5 5     -5 6 -6 -7
Yosun   tuttu   gözle-rim,
5   6  -5    5 -4 -4   4 4
yalnızlar rıhtımın--da

Bir beni mi unuttular, uçup gitti martılar
Geceler ben ve deniz, yalnızlar rıhtımında

Bütün gece ağladım, dalgalar kucağında
Yosun tuttu gözlerim, yalnızlar rıhtımında

mızıka tablarım halka açıldı!


uzunca bir süre ben mızıka istiyorum diye ortalarda dolandığım doğrudur...
yakın çevreme sürekli olarak bunu söyledim ve onlarda hı hı diyerek beni yüreklendirdiler sağ olsunlar.. ama gün geldi ve ben bu muradıma erdim.. tabii onu çalmayı da öğrenmek gerekiyordu. kendi çapımda bu çalışmaları sürdürmekteyim...

gel gelelim, internette yaptığım araştırmalarda gördüm ki mızıka çalma metodları ile ilgili bir çok döküman bulmak mümkün.. mümkün olmayan ise, güzelim türkçe şarkıların mızıka tablarının bulunamaması... benim gibi amatör, kendi çapında mızıka çalan arkadaşlara yardımcı olmak amacıyla tablarını çıkardığımız şarkıları burada paylaşmaya karar verdim.. bu konuda bana yardımcı olan osman kazancı'ya teşekkürü bir borç bilirim.. bloguma bu amaçla girecek potansiyel izleyicilerden de ricam, varsa ellerindeki tabları paylaşmalarıdır.. yanlışımız olursa affola...


ilk mızıkalı şarkı için bakınız bir sonraki gönderi:)
şimdiden iyi öttürmeler...

14 Mart 2011 Pazartesi

suluboya dediğin...










































suluboya tekniği en en en zor tekniklerden biri.. hata kabul etmez, düzeltmeye gelmez, kağıdın kalitesi ayrıca önem taşır vesaire.. ben uğraşıyorum yapmaya ama tatmin olabileceğim bir resim henüz yapamadım... çalışmalarım sürüyor.. yukarıdaki gibi örnekleri gördüğümde ise çok kıskanıyorum... sizin de beğeneceğinizi umarak paylaşmaya karar verdim.. molly brill'in eserleridir bunlar kendilerini öpüyorum:)

22 Şubat 2011 Salı

marie laurencin



liseden beridir resmi pek sever kendi çapımda bir şeyler çiziktirmeye çalışırım. ekimden beridir de bir resim kursuna devam etmekteyim. dolayısıyla da daha önce rastlamadığım resimler ve ressamlar öğrenmekteyim. gözüme çarpanları da burada sizlerle paylaşmak istediğim için resim kategorisi oluşturmuştum. lakin orada bir şeyler paylaşmadığımı fark ettim. zaten genelde blogla ilgili olarak aklımdan şöyle düşünceler geçiyor:

lan ben bu kitapla ilgili bloga bir şeyler yazayım, ben bir liste yapmıştım neredeydi o ya, yeni bir liste yapmalı ve oradakileri sırayla yavaş yavaş yazmalıyım, evet kesinlikle düzenli yazmalıyım, hiç olmadı bir kaç şiir koyarım, şu ressamı da eklemek lazım, beatles yazıcaktım ben evet, dur kendime bir kahve yapayım, sigara yakayım, friendfeedte neler var bi bakayım, hımm yeni bir polemik başlamış takip edelim, bu şarkı da güzelmiş dinleyelim.........

ve sonuçta olduğu gibi duran bir blog.. her neyse ben böyleyim işte.. bu fazla uzun bir girizgah oldu ama hazır pıtır pıtır yazıyorken kendimi durdurmak istemiyorum...
aklımda olan bir kaç ressamı şimdilik bilinmeyen bir zamana erteleyip yeni keşfettiğim bir ressam ve beğendiğim bir kaç resmiyle bu konuya da dokunmuş olayım istiyorum:

marie laurencin

resimlerinde genellikle kadınlar yer alıyor... kullandığı pastel renklerdeki yumuşak ve romantik uyum şahsen benim pek hoşuma gitti.. internette yaptığım çok kısa bir araştırma sonucu kendisinin picasso'nun da içinde bulunduğu ressam kuşağından olduğunu ve kübizmden etkilendiğini öğrenmiş bulunmaktayım. ressam hakkında edinilecek en kolay bilgi ise şair guaillaume apollinaire'nin sevgilisi olduğu bilgisi.. ah magazin peşinde koşan dünya ah.. tabi şiirlerini etkilemiş olması da bu konuya ulaşmamızı kolaylaştırıyor olabilir. hemen böyle değerlendirmemek lazım..her neyse sevdiğim bir kaç eserini burada paylaşarak çenemi kapatıyorum.. aşağıda gördüğünüz resimler benim sevdiğim tarzdaki resimleridir. ayrıca ressamın bariz bir picasso etkisinin hissedildiği resimleri de var, ben onları seçmedim merak edenler kendi imkanlarını kullanabilir. yeni bir şeyler öğrenirseniz bana da haber edin..



yukarıdaki resmin kötü bir suluboya röprodüksiyonunu geçtiğimiz hafta sonu yaptım.



bu ise favorim, kendisini guaj çalışmayı düşünüyorum...

çöpten masallar...


ben bir masal severim...
üslubu, geniş hayal dünyası, olağanüstülükleri, kahramanları, perileri, cinleri, devleri, sarayları, şehzadeleri, konuşan hayvanları, tekerlemeleriyle; absürt olayları, olmayacak işleriyle, çoğunun birbirine benzemesi,ortak yönlerinin bulunmasıyla falanıyla filanıyla çok severim.
oluştuğu toplumun yaşama bakışını olduğu gibi yansıtmasını, kültürü olduğu benimsemesini severim...
bir masal içinde doğduğu toplumun bütün izlerini taşır, bütün değişimlere tanıklık eder ama ister görün ister görmeyin size bunu uykulu kelimelerle anlatır da anlatır...
modern masalları da severim, o üslubu ve hayal dünyasını bugüne taşıyan yazarı öpüp alnıma koyarım... başımataaacederim...
bunlardan biri Latife Tekin'in Berci Kristin Çöp Masalları...
bu kitapla ilgili olarak duyduğum bir söz ilgimi çekti ve kitabı okuma listeme aldım.. şimdi bunun ayrıntısına girmeyeceğim:)
bir masal dünyasına adım attım ilk cümle ile birlikte... bir kültür doğdu, gelişti ve bambaşka bir şeye dönüştü gözümün önünde.. çöplerin içinde, fabrikaların arasında, rüzgara karşı...
tekerlemeleri, şiirleri, ermişleri, efsaneleri, türküleri, oyunları, tüm söylenceleriyle...
dünyanın dört bir yanında toplaşıp bir olmaya karar vermiş bütün insanlar gibi..
yalnız malzemeler çöpten, naylondan, kolu bacağı kopmuş oyuncak bebeklerden, pis kokudan, plastikten, fabrika atıklarındandır... aldırmayın..
simgelerle örülmüş bir anlatımı var kitabın, birileri bu simgeleri masaya yatırıp incik cincik çözebilir, çözmüştür bile ben bakmadım... böyle akademik okumalara gelen biri değilim hele de dilin güzelliğine kendimi kaptırmış, alıp başımı hayal alemine gitmişsem..
aslında kısaca şunu anlatmaya çalışıyorum, o simgeleri aklınızda tam olarak somutlaştırmasanız da, her modern çağ insanı gibi taa içinizde duyuyor ve özümsüyorsunuz... zira zaten o hayatı yaşıyor ve biliyorsunuz...
güllü baba, sırma, lado, bay izak, kel ali, şiirli hoca, çöp bakkal, kürt cemal ve niceleri bu modern zaman masalının kısacık maceraları dilden dile dolaşan kahramanları... hızla akan modern zamanlarımızda bizim anlattıklarımız, üzerinde durduklarımız gibi.. bir yudumluk çaya meze.. o kadar... masalda değişen yaşam da öyle...
bu kısacık romanı ben bir kere daha okumayı düşünüyorum, üzerinde uzun uzun durarak, dilin tadına tekrar tekrar vararak..
eğer sürekli koşuşturmaktan ve endişelenmekten bıktıysanız size de tavsiye ederim..

"Onlar uçmasın diye çatılarını tutarken şehirdeki tüm kuşlar toplanıp naylon tahta evler mahallesine geldiler. Konduların üstünde eğri eğri uçarak, kuş olmaya, kanat takmaya heves eden çatılara güldüler...
cik cik çatıcık uçsana
beşikten kanat taksana
bize bir bebek atsana
cik cik bebecik cik cik "

esen kalın...






13 Ocak 2011 Perşembe

Orhan Kemal... Çikolata...



ÇİKOLATA *

Şekercinin kocaman vitrini önündeydiler. Vitrinde boy boy, kutu kutu şekerler, şekerlemeler, çikolatalar. Çikolatalara bakıyorlardı. Ortadaki topaç gibi oğlanın sağında ablası, solunda yoğurtçunun kızı. Yoğurtçunun kızı "Abla" kadardı. Abla az önce topaç gibi kardeşini berbere götürmüştü, çeke çeke. Büyük aynaları vardı berberin, telleri mavi boncuklu kafesi vardı, kafesin içinde sarı, sapsarı kuşu.
Babasının arkadaşıydı sonra. Dudağının üstünde ipince, simsiyah bıyığı, karşı evin koca memeli kızına güler dururdu aynalardan. Koca memeli kız da gülerdi, gülüşürlerdi. Arada el ederlerdi birbirlerine. Topaç gibi oğlan da görmüştü saçları sıfır numaraydı kesilirken. Sarı kuşu da görmüştü. Parmak kadar, bıcır bıcır. Berberin makinesi saçını çekmese arada. Canı öyle acıyordu ki. Kalkıp kaçmak, sokaktan dükkanı taşlamak geliyordu. Bunun için sevmezdi traş olmayı. Tepinmesi, ablasını tekmelemesi bundandı. Traştan sonra ablası "Paralarımızı karıştırıp ellilik bir çikolata alalım" demeseydi bilirdi yapacağını.
Şekercinin vitrini önünde silinivermişti berber de, aynaları da, kafeste, sarı kuş ta. Çikolatalar vardı şimdi, salt çikolatalar. Güneşte alev alev uçuşan kırmızılar, morlar, sarılar, maviler; kırmızılara, morlara, sarılara, mavilere sıkı sıkı sarılı çikolatalar. Abla da, oğlan kardeş te, yoğurtçunun kızı da sıkı sıkı sarılı, alev alev kırmızıların, morların, sarıların, mavilerin içindeydiler. Ya da maviler, sarılar, morlar; kırmızılar alev alev, yaprak yaprak uçuşuyordu içlerinde.
Ablayla kardeş tadını biliyorlardı çikolatanın. Halaları getirmişti birinde, Sarıyer'den. Halalarının siyah mantosu vardı, kocaman bir et beni vardı yüzünde, gözleri sürmeli sürmeli. Para da verirdi arada. Koz helvası, ya da yuvarlak keten helvaları getirirdi Emirgan'dan. K'at k'at. Isırınca tatlı koz helvasının tadında. Babalarının seferden uzamış sakalıyla benzin benzin döndüğü yağmurlu gecelerden birinde babası da getirmişti koz helvası. Arada getirirdi. Çokluk ta uzamış tozlu sakalında küfür: "Eşşek herifler, namussuzlar, deyyuslar!"
Ama çikolata keten helvasından da tatlıydı, koz helvasından da. Yoğurtçunun kızı da biliyor muydu? Bilsin, bilmesin. Başı sıfır numara makineyle traşlı oğlanın cebinde yirmi vardı, ablasının cebinde de otuz. Karıştırdılar mıydı...
- Abla!
Kirli saçlarında kırmızı kurdela:
- Ne var?
Yoğurtçunun kızı da bakıyordu.
- Hiç, dedi.
Bu kız, bu yoğurtçunun pis kızı da. Ne duruyordu yanlarında? Yirmi kuruşu vardı, ablasının da otuz. Karıştırdılar mıydı elli. Ellilik bir tane alabilirlerdi. Ama yoğurtçunun kızı!
Abla da biliyordu çikolatanın keten helvasıyla koz helvasından daha tatlı olduğunu. Alırlar, bölüşürler, yiye yiye giderlerdi ama şu kız, şu pis kız, yoğurtçunun pis kızı. Hem parası yok, hem de ayrılmıyordu yanlarından. "Git" deseler, "Niye?" derdi; "Çikolata alacağız" deseler, "Bana ne?" der. Alsalar, aptal aptal bakar. Verseler, kendilerine bir şey kalmaz, vermeseler... Babaları tozlu sakallarının traşlı sabahlarında çokluk l'fını ettiği gibi "imrendirmek günah"tı. Cehennem vardı. Cehennemde katran kazanları, zebaniler.
- Abla!
- Ne var?
- Bu çikolatalar halamın getirdiğinden mi?
- Hayır.
- Halamın getirdikleri daha tatlı değil mi?
- Tabii.
Yoğurtçunun kızı:
- Bütün çikolatalar birbirine benzer!
İkisi iki yandan:
- Ne biliyorsun?
- Siz ne biliyorsunuz?
Bize halamız getirdi Sarıyer'den.
- Bana da getirdi.
- Senin halan var mı?
- Sizin var mı?
- Var.
- Benim de var.
- Bize her gelişinde getirir!
- Bana da.
- Bize keten helvası da getirir, koz helvası da.
- Bana da.
- Nereden getirir?
- Size nereden getirir?
- Sen söyle bakalım nereden getirdiğini!
- Niye söyleyeyim?
- Biz niye söyleyelim? Bizim babamız kamyon şoförü, dünyayı dolaşır!
- Benim babam da yoğurtçu. Apartmanlara bile yoğurt satar!
Oğlan, ablasına kıpkırmızı döndü:
- Abla be!
- Ne var?
- Halası çikolata getirirse gitsin yesin!
Yoğurtçunun kızı:
- Gitmeyeceğim dedi.
Ablanın kırmızı kurdelası sarardı:
- Niye?
- Siz niye gitmiyorsunuz?
- Bize ne bakıyorsun sen?
- Siz de bana ne bakıyorsunuz?
- Biz akşama kadar bekleriz!
- Ben de beklerim.
- Burası senin mi?
- Sizin mi?
Abla:
- Sus, dedi kardeşine. Biz onun gibi şey değiliz!
- Asıl ben sizin gibi şey değilim.
- Ne?
- Size ne?
Oğlan:
- Erkeksen söyle, dedi.
- Söylerim.
- Söylerim.
- Söyle hadi!
- Sizden mi korkarım?
- Biz senden mi korkarız ya?
Caddenin bozuk parkelerinden mavi bir De Soto pırıl pırıl geçiyordu.
- Abla!
- Ne var?
- Babam bu mavi arabayı bile sürebilir değil mi?
- Sürer tabi.
Yoğurtçunun kızı duydu, anlamadı. Halası fil'n yoktu ama bir halası olsun isterdi. Halası olsaydı, Sarıyer'den çikolata, koz helvası, Emirgan'dan keten helvası getirseydi. Ya da şoför olsaydı babası... Sonra, çikolata, çok tatlı mıydı acaba?
- Abla!
- Ne var?
- Biz istesek çikolata...
- Sus!
- Alabiliriz değil mi?
- Sus dedim ya sana!
- Ama almayız biliyorum. Cehennemde katran kazanları var.
- Sus demedim mi sana ulan?
Yoğurtçunun kızı gülüverdi. Ablasının kurdelesi yine sarardı!
- Niye güldün?
- Sana ne?
- Erkeksen, söyle dedi oğlan.
- Senden mi korkacağım? Nereden gördün cehennemi?
- Sen nereden gördün?
- Ben görmedim ki.
- Biz de görmedik.
- Katran kazanlarını ne biliyorsun?
Abla kardeşine baktı, kardeş ablasına. Abla,
- Babam, dedi. Babam bilmez mi?
- Bilsin. Siz bilmiyorsunuz ya!
- Abla be!
- Ne var?
- İstesek çikolata alabileceğimizi gösterelim mi şuna?
Yoğurtçunun kızı sarı teneke küpeleriyle meydan okudu:
- Gösterin bakalım!
- Gösterelim mi abla.
- Gösterelim mi ablaymış. Paraları varmış ta sanki...
- Yok mu?
- Var mı?
- Baak!
Dudak büktü:
- Benim babam bana daha çok veriyor...
Abla da gösterdi. Yoğurtçunun kızı yine dudak büktü.
- İkinizinkinden de çok veriyor ve harcayacak yer bulamıyorum!
Abla neredeyse ağlayacaktı:
- Bir tane ellilik çikolata al bakalım hadi!
- İstersem alırım ama almam.
- Biz alırız, dedi oğlan.
- Alırsınız evet, alın bakalım.
- Alamaz, mıyız?
- Alsanıza!
Oğlan:
- Enayi! dedi.
"Enayi" kıpkırmızı kesildi.
Enayi sizin gibi olur!
Ablanın yüzüne kurdelesinin kırmızıları uçuştu:
- Beni karıştırma!
- Kardeşin beni ne karıştırdı?
- Hadi hadi, bizim terbiyemiz senin gibilerle çene yarıştırmağa müsait değil!
- Asıl benim terbiyem müsait değil.
- Sus sus...
- Bizim paramız var değil mi abla, niye susalım?
Dükk'na geldiler. Yoğurtçunun kızı kaldı. Kirli saçları taraz taraz. İçkici, kumarcı babasıyla dört ablasından başka kimsesi yoktu. Ablaları tütün fabrikasının kalın kalın öttüğü sabahlara karışır giderlerdi. Dönüşte elleri boş. Annesi sağken üzüm, incir, beyaz peynir, zeytin paketleriyle dönerdi. Yemek pişirirdi, gece yarılarına kadar çamaşır yıkardı, kızlarını önüne oturtur saçlarını tarar, kurdeleler bağlardı kırpıntılardan. Annesi sağken ablaları çalışmazdı fabrikada. Kaydırak oynarlardı, ip atlarlardı, top. Babası bile bu kadar içmezdi o zaman.
Kırmızı k'atlı, ellilik bir çikolatayla çıktılar dükk'ndan önce kırmızı k'adı yırtılıp atıldı, sonra gümüş. Daha sonra da bölüşüldü, başlandı yenmeğe.
Çok mu tatlıydı acaba? Gene:
- Onu bana bedava verseler yemem, dedi.
Duydular mı? Duydularsa ne dediler? Yiyişlerini görüp imrendiğini belli etmemek için gözlerini yumdu. Yumulu gözlerinin içinde k'atlarından soyulup iştahla çiğnenen çikolata. Gözlerini açtı, vitrin. Vitrinde al, yeşil, mor, sarı, pembe k'atlarla çikolatalar. Gözlerini yumdu, berbere götürülen ortaklaşa alınan, çikolata bölüşülen kardeş, mavi arabayı bile sürebilen baba. Sariyer'den çikolata, Emirgan'dan keten helvası, koz helvası getiren hala. Gözlerini açtı, yanyana gidiyorlardı. Yumdu gözlerini, açtı, yumdu. En son açtığı sıra karşı sokağın dönemeceni bulduklarını gördü. Yumdu, açtı, yoktular artık. Sokak yutmuştu ikisini de. Tam gidecekti, kaldırım, kaldırımın dibi, kaldırımın dibinde kırmızı yanan yırtık çikolata k'atları, ufacık bir toptu buruşuk gümüş k'at. Çevresine kuşkuyla baktı. Görülüp "Çingene" denmesinden korkuyordu.
Bir simitçi geldi geçti.
Evlere, evlerin pencerelerine baktı. Pencerelerde tül perdeler.
Eğildi, gümüş k'adın buruşuk topunu aldı.
Yeni bir simitçi.
Topmuş gibi, buruşuk k'adı havaya attı, tuttu, tuttu attı. Atıp tutarak bir sokak, bir sokak daha, daha sonra daha bir başka sokak. Yer yer pislenmişti. Sidik kokuyordu bu sokak.
Gümüşten topu açtı, çikolata bulaşıklarını yaladı yaladı.

Orhan KEMAL

* Orhan KEMAL. "Çikolata". Dünyada Harp Vardı: Hikayeler, İstanbul: Ataç, 1963, s. 16-22.

Not: Aşağıdaki panelden hikayeyi dinleyebilirsiniz.. Anlatıcı: Mazlum Kiper, Kız: Figen Evren, Oğlan: Levent Sülün, Yoğurtçunun Kızı: Süreyya Güzel.

İyi okumalar, iyi dinlemeler...