16 Kasım 2010 Salı

iyi ki varsın tüyap kitap fuarı!


tüyap'ın üzerinden bir hafta geçmişken gecikmiş bir tüyap yazısı yazayım istedim.. maksat hikaye anlatmak olsun:)
hiç bir sene tüyap'ın gelmesini bu kadar heyecanla beklediğimi hatırlamıyorum. ağustos ayından beri dört gözle bekliyordum.. işe girdim çalıştım, paramı da taa ekim sonunda kadar da harcamadım, azmettim bekledim.. üstelik o sıkıcı işte çalışken her gün kendimi hadi biraz daha sabret bi kaç kitap alabilirsin o parayla diye motive ettim.. neden bilmiyorum seneda bir kere toplu kitap alışverişi yapabilme imkanı sağladığından belki.. ya da kafayı yemiş de olabilirim emin değilim. her neyse.. kitap listeleri yaptım, doğaçlamalara yer bırakmıştım küçücük ama her zamanki gibi aldığım kitapların yarısı doğaçlama oldu.. 3 defa ziyaret ettim fuarı , yayın evlerinin yerlerini ezberledim.. hatta inanmazsınız etkinliğe bile katıldım:) gerçi o da tamamen doğaçlama olup arkadaşım sayesinde olmuştur.. vatankitap okuyucularıyla buluştu ben de geçiyordum uğradım..
e peki kitap imzalattın mı diye sorayım kendi kendime hayır tabiyki.. beni heyecanlandıran, gerçekten hayatımda bi iz bırakmasını istediğim bir yazar yoktu kitap fuarında.. laf olsun diye kitap imzalatamam ki ben.. bi de sanırım çok önemsemiyorum bu kitap imzalatma şeysini.. ukelalıktan filan değil be blog öyle! :)
neyse efendim kitaba harcadığım paraya acımadım, bir sürü kitap aldım ve çok mutlu oldum.. hiç bir alışveriş beni bu kadar mutlu edemezdi zaten.. neyse efendim kitap listemi yayınlayayım ve fazla gevezelik etmeden gideyim ben napim.. bu arada iyi bayramlar..

not: Kitaplıklar, beynin çocuklarıdır. ( j. swift) AKLIMDA DURACAĞINA KİTAPLIĞIMDA DURSUN! (elçin)

efrasiyabın hikayeleri- ihsan oktay anar-iletişim
mrs. dalloway- virginia woolf-iletişim
çavdar tarlasında çocuklar- j.d salinger-yky
aylak adam- yusuf atılgan-yky
saatleri ayarlama enstitüsü- ahmet hamdi tanpınar- dergah
mavi kuş- mustafa kutlu- dergah
şehname- firdevsi- kabalcı
bir otostopçunun galaksi rehberi- dougles adams- kabalcı
yıldız tozu- neil gaiman- ithaki
alice harikalar diyarında- levis carroll- ithaki
yabacı- albert camus- can
yavaşlık- milan kundera- can
101 anadolu efsanesi- akçağ
ozan beedle'ın hikayeleri- j.k rowling- yky
kelime ve dimne- akçağ






sihirli tavşan..



SİHİRLİ TAVŞAN


Masal masal matitas... Kalaylandı bakır tas... çukura düştü çıkamaz... Pır pır eder uçamaz.

Var varanın, sür sürenin... Habersiz bağa girenin, hali yaman demişler... Masaldır bunun adı... Söylemekle çıkar tadı... Her kim dinlemezse bunu, hakkından gelsin kambur dadı...

Bir varmış, bir yokmuş. Vakti zamanında bir padişahın üç oğlu ile bir küçük kızı varmış.

Küçük kız bir gün bahçede oynarken ortadan yok olmuş. Aramışlar, taramışlar, etrafa atlılar salmışlar, yok... yok... Yer yarılıp yere mi girdi, gök alçalıp göğe mi uçtu? Bilen, anlayan olmamış... Öldüğüne dair bir işaret de bulunmadığı için, padişah babası ile sultan annesi :

Sihirli bir el değmiş, kızımızı alıp götürmüşler, bir gün çıkagelir elbet! diyerek üzüntülerini azaltmaya çalışmışlar.

Sarayın bahçesinde çok değerli bir elma ağacı varmış. Fakat bu ağaç, senede bir tek elmadan başka elma vermezmiş, vermezmiş ama, bu elmanın renginin güzelliğine de başka elmalarda rastlanmaz, hele tadına hiç doyum olmazmış. Onun için, padişah, elmayı her sene törenle kopartır, küçük küçük doğratarak hoşaf kaynattırır, bütün saray halkına birer yudum içirtirmiş. Kimsenin gönlü kalsın istemezmiş.

O yıl elma yine olmuş. Elmayı kopartmak için tören günü bahçede toplanıldığı zaman ağaçta yapraklardan başka bir şey görememişler. Saray halkından hiç kimse elmayı koparmayacağı için, bu işi dışardan biri yapmıştır, diye düşünmüşler.

Ertesi yıl elma yine olmuş. Birisi koparmasın diye, elmanın iyice olacağı güne kadar ağacın dibinde nöbet bekletmeye karar verilmiş. Padişahın büyük oğlu :

Baba, demiş, nöbeti ben beklemek istiyorum...

Babası, büyük şehzadenin bu düşüncesine hayır dememiş. Büyük şehzade, ağacın dibine oturmuş, beklemeye başlamış. İlk gece uyku bastırdığı halde uyumamış, sabahı dar etmiş. Elma yerinde duruyormuş. İkince gece uyku daha çok bastırdığı halde, büyük şehzade, o gece de uyumamış. Üçüncü gece yorgunluğu artmış olan büyük şehzade, göz kapaklarının kapanmasını engel olamamış, kendini tatlı uykunun derinliklerine farkında olmadan bırakmış.

Sabahleyin güneşin ilk ışıklarıyla gözlerini açan büyük şehzade, bir de başını kaldırmış bakmış ki, elma yerinde yok... Yüreği hoplamış, aklı başından gitmiş ama, elden ne gelir? Koşa koşa gidip babasını bulmuş, durumu anlatmış, üzüntüsünü belirtmiş.

Ertesi yıl ortanca şehzade nöbet tutmuş. O da ağabeysi gibi iki yıl gece uykusuzluğa dayanabilmiş. Üçüncü gece uyuyakalınca elma yok oluvermiş...

Daha ertesi yıl nöbet sırası küçük şehzadeye gelmiş. Birinci, ikinci geceler o da uyumamış. Üçüncü gece uyuya kalmamak için elinin küçük parmağını bir yerinden kesmiş, üzerine de tuz bastırmış. Acısından gözüne uyku girmek şöyle dursun, aklına bile gelmemiş. Hiç kıpırdamadan bekleye dururken, tam gece yarısında bir kanat sesi işitmiş. Ay ışığı etrafı epeyce aydınlattığından, kocaman bir kuşun gelip elma ağacına konduğunu görmüş. Kuş hemen elmayı kapmış. Kaçarken şehzade bir ok atmış. Ok kuşa değmiş ama, onu öldürmemiş, kanadından bir tüyü yere düşürmüş, o kadar... kuş uçup gitmiş, gözden yok olmuş.

Küçük şehzade, sabahı beklemeden tüyü almış; hemen yukarı çıkarak babasını uyandırmış, ona göstermiş, olanları bir bir anlatmış.

Kuşun tüyü o kadar güzel, renkleri o kadar çok, hem de o kadar göz alıcı imiş ki, padişah da, sultan da şehzadeler de hayran kalmışlar.

Büyük şehzade :

Babacığım, demiş, tüyü bu kadar güzel olan kuşun kim bilir kendisi ne kadar güzeldir? Ben bu kuşu arayıp bulacağım.

Padişah bu tüyden kendisine bir kalem yaptırmış, kullanmaya başlamış. Büyük oğluna da bu altın kuşu bulması için izin vermiş.

Büyük şehzade, sarayın ceylan gibi koşan bir atına binmiş. Heybelerine altın doldurmuş. Üstüne de demir bir elbise geçirerek yola düşmüş. “Bir aya kadar dönmezsem beni ararsınız” diye de tenbih etmiş.

Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş... Altı ay bir güz gitmiş. Yorulmuş, bir pınar başında atından inmiş. Eliyle pınardan su içerken, karşısına kar gibi beyaz, sevimli bir tavşan çıkmış. Bir insan gibi dile gelerek şehzadeye sormuş :

Ünlü şehzadem, böyle nereden gelip nereye gidiyorsun?

Şehzade, tavşanın insan gibi konuşmasına hem şaşırmış, hem de sevinmiş. Derdini dökmeye başlamış :

Altın kuşu bulmaya gidiyorum Pamuk Tavşan. O, dört yıldan beri bizim sarayın bahçesindeki elmayı çalıp kaçıyor. Onu her ne pahasına olursa olsun bulmam gerek... Ne olur, sen onun bulunduğu yeri biliyorsan bana gösterir misin?

Pamuk Tavşan, uzun bıyıklarını oynata oynata güldükten sonra :

Mademki onu ele geçirmek için bu kadar yoldan geliyorsun, demiş, ben de sana onun bulunduğu yeri söyleyeyim : Şu karşıki dağı aştıktan sonra önüne uzun bir yol çıkacak. Bu yolun ortasında karşılıklı iki han vardır. Hanlardan birinde yatmak için çok para verilir... Ötekinde ise az para alırlar. Birinci handa her türlü içki eğlence, oyun vardır. İkinci handa hiçbir şey yoktur. İkinci hana girersen altın kuşun bulunduğu yeri öğrenebilirsin! Haydi güle güle!

Pamuk Tavşan şehzadeyi kulakları ile selamlamış. Oda başıyla karşılık vererek dağın yolunu tutmuş.

Git gitmez misin... Git gitmez misin... Geceler gündüz olmuş, gündüzler de gece... Şehzade bir hafta sonra dağı aşmış, yola ulaşmış. Çok geçmeden hanların bulunduğu yere varmış. Bakmış ki, hanın biri saraya benziyor. Öteki ise bir kulübe gibi, hem de pis... Tavşanın sözlerini unutarak o saray gibi olan hana girmiş. Çok geçmeden içkiye, eğlenceye dalmış, altın kuşu da, elmayı da unutmuş...

Günler günleri, günler de haftaları doldurmuş, aradan bir ay geçtiği halde büyük şehzade saraya dönmemiş. Padişah da, sultan da oğullarını merak etmişler.

Ortanca şehzade :

Bari ben gideyim de, demiş, hem altın kuşu bulayım, hem de ağabeyimi arayıp bularak getireyim.

Padişah ortanca oğluna da izin vermiş. Şehzade, sarayın kuş gibi uçan bir atını seçmiş. Heybelerine altın doldurmuş, kendisi de bir demir elbise giyerek :

Eğer bir aya kadar dönmezsem beni de ararsınız! demiş, yola koyulmuş.

Az gitmiş, uz gitmiş... Konarak, göçerek, tam bir güz gitmiş. Bir de arkasına dönüp bakmış ki, daha arpa boyu kadar bir yol gitmiş. Tekrar yola koyulmuş. Gide gide yorulmuş. Bir su başında attan inmiş. Yüzünü yıkarken karşısına o sihirli tavşan çıkmış. Tavşan buna da altın kuşun nerede bulunacağını söylemiş, hanları tarif etmiş. Ortanca şehzade, atını kuş gibi uçurarak günlerce sonra hanların bulunduğu yere gelmiş. O da ağabeysi gibi ucuz hanı beğenmeyip öteki hana girmiş. Orada ağabeyisi ile birleşmiş. Beraber içkiye, eğlenceye dalmışlar. Altın kuş onun da aklından çıkmış, gitmiş...

Ortanca şehzade gittikten sonra da bir ay olmuş. Çocuklarının ikisi de gidip gelmeyince, padişahı bir merak sarmış. Kendi kendisine “Bunda bir iş var ya, elbet anlaşılır” demiş.

Bu sefer de küçük oğlan :

İzin verirseniz babacığım, demiş, gidip hem ağabeylerimi bulayım, hem de altın kuşu ele geçirip getireyim.

Padişah :

Hayır, diye karşılık vermiş, onlar gitti, gelmedi. Öldürdüler mi, kaldılar mı, bilmiyoruz. Sen de gidip dönmezsen sonra ne yaparız?

Küçük şehzade, babasına yalvarmış, yakarmış, ağabeyleri uyuyakaldıkları halde altın kuşu kendisinin vurduğunu söyleyerek :

Kuşu yine ben ele geçireceğim, demiş. Hem göreceksiniz, ağabeylerimi de bulup getireceğim...

Padişah, küçük oğlunun ağabeylerinden daha akıllı olduğunu hatırlamış. Onun bu işi de başarabileceğini düşünerek gitmesine izin vermiş.

Küçük şehzade, sarayın rüzgâr gibi giden atlarından birini seçmiş. Heybelere altın doldurmuş. Sırtına da bir demir elbise geçirerek yola düşmüş.

Rüzgâr gibi giden at, onu bir anda su başına ulaştırmış. Atı su içerken kendisi de yüzünü yıkamaya başlamış. O sırada yanında Sihirli Tavşan belirmiş. Tavşan dile gelip, ona da nereye gittiğini sormuş.

Şehzade, altın kuşu yakalamaya, ağabeylerini bulmaya gittiğini söyleyince, Sihirli Tavşan, buna da dağı gösterip hanların yolunu tarif etmiş.

Sakın yanlış yere gitmeyesin, diye de ilave etmiş.

Küçük şehzade, Sihirli Tavşana teşekkür ederek yanından ayrılmış. Rüzgâr gibi giden atını dört nala sürmüş. Dereler, tepeler, dağlar, atının ayakları altında uçuyormuş sanki... Çok geçmeden, Sihirli Tavşanın gösterdiği dağı aşmış, uzun yola ulaşmış. Gide gide hanların yanına varmış. Hanlardan biri pek göz alıcı imiş. Öteki ise, tersine, bir kulübeye benziyormuş.

Küçük şehzade, Sihirli Tavşanın sözlerini hatırlayarak o gözalıcı hana girmemiş, doğruca gidip ucuz hana yerleşmiş.

Akşam olduğundan, karnını doyurup bir tahta üzerine uzanmış. Kendi kendine, “acaba altın kuşu ne zaman görebileceğim” diye düşünüyor, gözüne uyku girmiyormuş.

Gece yarısından sonra, bir aralık kulağına bir ses gelmiş.

Birisi :

Geleyim mi?! Geleyim mi?! diye sesleniyormuş. Şehzade, bu sesi tanımadığı için karşılık vermemiş. Hem kendisine seslendikleri ne malûm? Olduğu yerde daha çok büzülmüş, sesini çıkarmamış.

Sabah olmuş. Biraz hava almak için hanın kapısına çıkmış. Bir aşağı, bir yukarı dolaşırken, Sihirli Tavşan görünmez mi? Zıplaya zıplaya küçük şehzadenin önüne gelerek :

Akşam seslendim, seslendim, karşılık vermedin, demiş. Karşılık verseydin işimiz daha kolay olacaktı. Ama şimdi biraz yorulacaksın. Haydi atla sırtıma!

Küçük şehzade hemen tavşanın sırtına binmiş. Tavşan hem koşuyor, hem de şehzadeye şunları söylüyormuş :

Seni şimdi altın kuşun bulunduğu saraya götürüyorum. Bu saray kuşlar padişahının sarayıdır. Sarayın bahçe kapısı önünde seni indireceğim. Bahçede iki kapı vardır. Birisi açık, öteki kapalıdır. Açık kapıyı kapayacak, kapalı kapıyı açacaksın. İçerde bir arslanla bir at karşılıklı otururlar. Arslanın önünde ot, atın önünde et vardır. Eti arslanın önüne koyacak, otu ata vereceksin. Altın kuş ortadaki gül ağacında oturur. İki tarafında iki kafes asılıdır. Kafesin biri tahtadan, diğeri altındır. Kuşu alır, tahta kafesin içine koyarak dışarı çıkarsın, sakın altın kafese koyayım demeyesin, kuşlar padişahı seni yakalatır, zindana attırır, sonra karışmam.

Sihirli Tavşan zıplaya zıplaya koşuyor, yokuşlar çıkıyor, tepeler aşıyormuş. Nihayet yüksekliği minare boyunda duvarlarla çevrili, büyük bahçe içinde bir sarayın önünde durmuş, şehzadeyi sırtından indirmiş, gözden kaybolmuş. Şehzade, duvarların ortasındaki açık büyük kapıdan içeriye girmiş, kapıyı güç halde kapatmış. Biraz ötede kapalı bir kapı varmış. Bütün vücuduyla yüklenip kapıyı açmış, içeriye girmiş. Hemen koşup arslanın önündeki otu alarak ata götürmüş. Atın önündeki eti de arslana vermiş. Her ikisi de önlerine konan şeyleri iştahlı iştahlı yerlerken doğruca gül ağacına koşmuş. Altın kuş güneşin altın ışıkları altında pırıl pırıl yanan rengiyle sağa, sola dönüyor, gagasını gül yaprakları arasına sokuyormuş. Şehzade onu incitmemek için yavaş yavaş elini uzatmış, daldan almış kuşun güzelliği karşısında âdeta kendinden geçmiş, herşeyi unutmuş. Kuşu elinden götürürken üzmemek için kafese koymaya karar vermiş. Bakmış ki, tahta kafes pek kötü, halbuki altın kafes hem çok güzel işlemeli, hem de pırıl pırıl yanıyormuş... Gönlü ona kaymış. Gidip yerinden alarak altın kuşu içine koymuş. Altın kuş, kafese o kadar yakışmış, o kadar yakışmış ki, küçük şehzade onlara hayran hayran bakmaktan kendini alamamış. Kafesi eline alıp kapıya doğru yürümüş. Yürümüş ama, kapının önünde, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte kocaman iki arap görünce, aklı başına gelmiş. Araplar bunu kolundan tuttukları gibi Kuşlar Padişahının karşısına çıkarmışlar. Padişah, altın kuşu çaldığından dolayı bunun zindana atılmasını emretmiş. Fakat Padişahın karısı :

Yazık bu delikanlıya, demiş. Eğer bize altın kızı getirirse altın kuşu ona veririz. Hem de zindandan kurtulmuş olur.

Padişah, karısının bu düşüncesini yerinde bulmuş, küçük şehzadeyi bırakmışlar.

Şehzade dışarı çıktığı zaman Sihirli Tavşanla karşılaşmış. İçerde gördüklerini, yaptıklarını, başına gelenleri tavşana anlatmış. Tavşan söz dinlemediği için buna kulakları ile bir güzel dayak atmış. Sonra :

Haydi bin sırtıma, gidelim! demiş.

Şehzadeyi sırtına alarak yola koyulmuş.

Az gitmişler... Uz gitmişler... Dere tepe düz, dağ, ova dümdüz gitmişler, dik kayaların ortasında çok yüksek bir sarayın önünde durmuşlar. Sihirli Tavşan : İşte burası Kızlar Padişahının sarayıdır, demiş. İçeri girerken bir zorluğa uğramayacaksın. Bahçenin ortasında büyük bir havuz var. Havuzun etrafı türlü türlü çiçeklerle süslüdür. Çiçeklerin arasında geniş yapraklı bir çınar ağacı göreceksiniz. Ağaca çıkıp saklanırsın. Çok geçmeden altın kız gelip havuza girerek banyo yapar. Havuzdan çıktığı zaman gitmesine meydan vermeden yakalarsın. Alıp dışarı çıkabilirsin. Eğer elbiselerini giyerse, Kızlar Padişahı seni yakalar, hapse attırır. Haydi yolun açık olsun!

Küçük şehzade, sözlerini tutacağına dair tavşana başını sallamış, sarayın bahçe kapısından içeriye girmiş. Bahçenin ortasında fıskiyelerinden sular akan mermer bir havuz varmış. Suyun şırıltısına türlü türlü kuş sesleri karışıyor, havuzun etrafındaki çiçeklerin kokuları, insana yeniden hayat veriyormuş.

Şehzade, doğruca çınar ağacının yanına gitmiş, üstüne çıkıp yapraklar arasına saklanmış. Dalın birine yaslanıp havuzda sularla güneşin oynaşmasını seyrederken, uzaklardan kulağına genç kız gülüşmeleri, kahkahalar gelmiş. Geriye dönmüş bakmış ki ince beyaz entariler içinde birçok genç kız, saçlarını rüzgârda uçura uçura havuza doğru koşuyorlar. Olduğu yerde biraz daha büzülmüş. Ağacın geniş yapraklarını kendisine siper edip saklanmış.

Kızlar koşa koşa gelip havuzun etrafına dizilmişler. Biraz sonra, tül elbiseler içinde, güneş kadar parlak sarı saçlı, ayın ondördü, günün onbeşi gibi güzel altın kız gelmiş, havuza girmiş. O, havuzda yıkanırken dışardaki kızlar da, şarkı söylüyor, ellerini çırpıyorlarmış.

Altın kızın yıkanması çabuk sona ermiş. Bir el işareti ile dışardaki kızları uzaklaştırmış. Kendisi havuzdan çıkmış. Elbiselerini giyerken, küçük şehzade ağaçtan atlayıp bileğine yapışmış, kızı dışarıya sürüklemeye başlamış. Bu beklenmedik durum karşısında şaşkına dönen altın kız, elbiselerini giymek için şehzadeden izin istiyor, şehzade olmaz dedikçe altın kız yalvarıyormuş. Böylece kapıya kadar geldiği halde, şahzade, altın kızın yalvarmalarına dayanamamış, elbiselerini giymesi için onu bırakmış. Kız havuz başına koşup elbiselerini giydikten sonra, ellerini çırpmış. Ellerini çırpmasıyla beraber, küçük şehzadenin yanında dev gibi iki adam görünmez mi? Şehzade, bunlar nereden geldiler diye araştırırken, adamlar onu kolundan yakaladıkları gibi bir hamlede saraya götürüp Kızlar Padişahının karşısına çıkarmışlar.

Kızlar Padişahı :

Söyle bakalım delikanlı, demiş, sen ne cesaretle benim sarayıma giriyorsun? Hele havuz başında saklanıp kızlarımı yıkanırken seyretmeye utanmadın mı? Altın kızın bu sarayın incisi olduğunu bilmiyor musun? Cezan ölümdür.

Sonra elini çırpmış, içeriye giren harem ağasına :

Şunu cellatlara götürün! diye emir vermiş.

Küçük şehzade, korkusundan tir tir titrerken, Kızlar Padişahını ihtiyar lalası söze karışmış :

Ünlü Padişahım, demiş izniniz olursa, bu delikanlı bize altın atı getirsin. Eğer getiremezse, o zaman başını kestirirsiniz. Ama getirecek olursa, altın kızı ona veririz, alır, gider...

Kızlar Padişahı, ihtiyar lalanın bu düşüncesini yerinde bulmuş, altın atı bulup getirmek şartıyla şehzadeyi salıvermiş.

Neye uğradığını bilemeyen şehzade, şaşkın bir halde kendisini sokağa dar atmış. Sihirli Tavşan, şehzadeyi bir kaya dibinde bekliyormuş. Şehzadenin anlattıklarını dinledikten sonra, sözünü tutmadığı için kulakları ile onu bir kere daha dövmüş. Sırtına dönerek :

Haydi atla! demiş. Nedir bu senden çektiğim? Sözümü tutmuş olsaydın altın kuşu çoktan ele geçirmiş, saraya dönmüştük...

Küçük şehzade, Sihirli Tavşanın sırtına binmiş. Derelerden tepelerden geçerek, dağlardan, taşlardan aşarak, bir ovaya varmışlar. Bu uçsuz bucaksız ovanın ortasında, etrafı alçak duvarlarla çevrili, gayet büyük bir bahçe varmış. Bahçenin tam ortasında küçük, fakat şirin bir köşk göze çarpıyormuş. Bahçenin her tarafı yemyeşil gür otlarla çevrili imiş.

Sihirli Tavşan, bahçenin önünde durarak :

İşte, demiş, Atlar Padişahının sarayına geldik. Altın at, Atlar Padişahının biricik oğludur. Çok uysal bir hayvandır. Bahçe kapısından içeriye girdiğin zaman etrafına bakmadan doğruca yürüyeceksin. Atlar Padişahının sarayının arka tarafında küçük bir köşk vardır. Altın at orada bulunur. Kapısı açıktır. İçeriye girip korkmadan yanına yaklaşacaksın. “Sırma yeleli, altın nallı, altın atım, seni görmeye geldim, yüzünü öpmeye geldim” diyeceksin. Eğer sözlerinden hoşlanırsa, keyifli keyifli kişner. O zaman gümüş dizginlerini tut; o senin arkandan kendiliğinden gelir. Ama, kişnemez de sessiz sedasız durursa, anla ki senden hoşlanmadı. Arkana bakmadan uçar gibi koşarak kaç, yoksa Atlar Padişahı seni yakalatır, atların ayakları altında çiğnetir...

Küçük şehzade, bahçe kapısından içeriye girmiş ama yüreği de hop hop ediyormuş. Bahçe o kadar güzel, otlar o kadar canlı, o kadar yeşilmiş ki, küçük şehzadenin, etrafına doya doya bakınmak için içi gidiyormuş... Fakat, Sihirli Tavşanın sözleri de kulağında çınladığından sağa sola bakmadan yürümüş, yürümüş... Atlar Padişahının sarayının arka tarafına geçmiş, küçük köşkle karşılaşmış. Köşkün kapısı açıkmış. Ayaklarının ucuna basarak içeriye girmiş ki, gözlerine inanamamış: Altın at o güne kadar gördüğü atların, hatta hayvanların en güzeli imiş. Gözleri ışıl ışıl parlıyor, altın tellere benzeyen yelesi, ata bir gelin güzelliği veriyormuş. İnce yüksek bacakları yerinde duramıyor, bırakılsa kuş gibi uçacakmış hissini veriyormuş. Derisinin parlaklığı, düzgünlüğü hiçbir hayvanda yokmuş...

Küçük şehzade, altın atı böyle hayran hayran seyrederken, birden Sihirli Tavşanın sözleri hatırına gelmiş. Altın atın yanına iyice yaklaşıp:

Sırma yeleli, altın nallı, altın atım, demiş, seni görmeye geldim. Yüzünü öpmeye geldim...

Küçük şehzade daha sözünü bitirmemiş ki, altın at keyifli keyifli kişnemeye başlamış. At kişneyince, şehzadenin de yüreğine su serpilmiş. Hemen atın gümüş dizginlerini tutmuş, öne düşmüş.

O gitmiş, at gelmiş, o gitmiş, at gelmiş, bahçe kapısından dışarıya çıkmışlar. Sihirli Tavşan orada bekliyormuş.

Tavşan, şehzadeye:

Bin atın sırtına! demiş.

Şehzade, altın ata sıçramış. Tavşan da bir zıplamada şehzadenin arkasına oturmuş, elleriyle şehzadenin omuzlarından tutmuş. Şehzade gümüş dizginlere yapışır yapışmaz, altın at bir ok gibi fırlamış. Hayvan görülmemiş bir hızla gidiyor, şehzadenin âdeta başı dönüyormuş. Dağlar, tepeler bir anda arkada kalıyor, rüzgâr bile altın ata yetişemiyormuş.

Gözü açıp kapayıncaya kadar, altın at, Kızlar Padişahının sarayına varmış. Küçük şehzade, atın üzerinden inip saraya girmiş, Kızlar Padişahının karşısına çıkarak altın atı getirdiğini bildirmiş. İzni olursa altın kızı alıp götüreceğini söylemiş.

Kızlar Padişahı, bu küçük delikanlının cesaretine, yılmazlığına hayran kalmış. Altın kızı verdiği gibi, altın atı da ona bırakmış.

Küçük şehzade, altın kızı alıp saraydan çıkmış. Kızı altın ata bindirmiş. Kendisi de Sihirli Tavşana binmiş, hemen yola koyulmuşlar. Kuşlar gibi uçup, rüzgârlar gibi eserek Kuşlar Padişahının sarayına varmışlar.

Küçük şehzade, altın atla Sihirli Tavşanı kapıda bırakmış. Altın kızı yanına alarak içeriye girmiş. Doğruca Kuşlar Padişahının karşısına çıkmış. Yerlere kadar eğilip selam verdikten sonra:

Ünlü padişahım, demiş, emrinizi yerine getirdim. İşte istediğiniz altın kız...

Kuşlar Padişahı yerinden kalkıp şehzadenin yanına gelmiş. Onun sırtını okşadıktan sonra demiş ki:

Aferin delikanlı, cesur ve yılmaz bir genç olduğunu ispat ettin. Bu kadar güç şeyleri başardıktan sonra bir gün gelip altın kuşu da ele geçirebileceğini anlamıştım. Onun için altın kuşu ben sana kendi elimle veriyorum. Altın kız da senin olsun. Haydi güle güle gidiniz!

Küçük şehzade, Kuşlar Padişahını selamlamış. Altın kuşu almış, altın kız da yanında olduğu halde dışarıya çıkmış. Altın kızı altın atın üzerine bindirmiş. Altın kuşu eline vermiş. Kendisi de Sihirli Tavşana binmiş, yola düşmüşler.

Az gitmişler, uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler. Sihirli Tavşanın şehzadeleri karşıladığı su başına varmışlar. Tavşan orada durmuş:

Ünlü şehzadem, demiş, ben burada kalıyorum. Yalnız senden bir dileğim var. Okunu eline al ve beni öldür!

Tavşanın bu sözleri karşısında, şehzade hayrete düşmüş:

Nasıl olur Pamuk Tavşan, demiş, ben senden gördüğüm iyiliğimi şimdiye kadar hiç kimseden görmedim, seni öldürmeye ellerim nasıl varır ki?

Sihirli Tavşan:

İyiliğimi istiyorsan beni öldürmen lazım, demiş. Ama mademki bunu yapamayacaksın, hiç olmazsa söylediklerimi dinle: Sakın bir kuyu başında oturma, sonra pişman olursun!

Küçük şehzade, bunca zamandır beraber gezip dolaştığı Sihirli Tavşandan ayrılacağı için gözleri yaşarmış. Tavşan, kulaklarını dikip sallayarak bunları selamlamış. Hoplaya sıçraya gidip gözden kaybolmuş.

Küçük şehzade altın atın arkasına atlamış. Yola düzülmüşler. Çok geçmeden hanların bulunduğu yere varmışlar. Küçük şehzade, ağabeylerini handa bulmuş. Bulmuş ama, onlar hana geldikleri günden beri kumar masasından kalkmadıkları için bütün altınlarını, hatta elbiselerini, atlarını, herşeylerini kaybetmişler. Birisi gelir de bizi kurtarır elbet diye perişan bir halde bekliyorlarmış. Küçük şehzade, altın atın semerini hancıya vererek ağabeylerinin borçlarını ödemiş, handan çıkmışlar. Hep beraber oradan uzaklaşmışlar.

Yolda giderlerken, küçük şehzade bütün başından geçenleri anlatmış. Ağabeyleri, bunun yaptıklarını kıskanmışlar. Kendi kendilerine: “Babamız onun başardığı işleri öğrenince bizi ayıplayacak. Biz saraya hangi yüzle gideceğiz. Bari şuna bir oyun edelim de kızı, kuşu, atı alıp saraya biz götürelim” demişler.

Karınlarının acıktığını bahane ederek bir su başında oturmak istediklerini söylemişler. Görünürlerde su başı yokmuş. Uzaklarda bir kuyu varmış. Oraya gidip yanına oturmuşlar. Biraz yiyecek yemişler. En büyükleri:

Susadım, demiş, şu kuyudan biraz su alsak. En küçüğümüzün kuyuya inip yukarıya su göndermesi lazım!

Küçük şehzadenin aklına bir fenalık gelmediği için, ağabeysinin sözüne itiraz etmemiş. Bellerinden kuşaklarını çıkartıp birbirine ekleyerek küçük şehzadeyi kuyuya sallandırmışlar. Eline de bir tas vermişler.

Şehzade kuyuya indikten sonra yukarıya tas tas su göndermiş. Yukarıdakilerin hepsi bol bol su içmişler. Fakat ağabeyleri onu tekrar yukarıya çekmemişler. Kuşağı olduğu gibi kuyunun içine bırakmışlar.

Kuşak elimizden kaçtı, demişler. Gidip ip getirelim de seni kuyudan çıkaralım!

Ağabeylerinin kendisine fenalık yapacağını hatırına getirmeyen küçük şehzade, onların bu sözlerine inanmış. O, kuyunun içinde bekleye dursun, biz gelelim ötekilere: Bunlar altın atı, altın kızı, altın kuşu alarak saraya gelmişler. Padişah, sultan, bütün saray halkı bunların dönüşüne sevinmişler. Fakat geldikleri günden beri, altın kız konuşmuyor, altın kuş ötmüyor, altın at da kişnemiyormuş. Padişah ne yaptı, ne ettiyse bunlara bir çare bulamamış. En küçük şehzadenin dönmemesine de üzülüp duruyorlarmış.

Biz bırakalım onları kendi hallerine. Gelelim küçük şehzadeye: Küçük şehzade, günlerce kuyunun içinde kalmış. Açlıktan nerede ise ölecekmiş. Arada bir su içerek kendine geliyor, sonra baygınlıklar geçiriyormuş. Sihirli Tavşan burada da onun imdadına yetişmiş. Gelip kuyunun başına, kuyruğunu aşağıya uzatmış. Küçük şehzade kuyruğa tutunarak yukarıya çıkmış. Tavşan, söz dinlemediği için küçük şehzadeye bu sefer de uzun kulaklarıyla bir temiz dayak atmış :

Haydi git artık yoluna, demiş bundan sonra söz dinlemeye çalış. Çünkü ben artık bir daha yardıma gelemeyeceğim...

Küçük şehzade, eline geçirdiği yabani meyvelerle karnını doyura doyura, perişan bir halde memlekete gelmiş. Sarayın içinde ne olup ne bittiğini anlamak için kendisini tanıtmamış. Aşçının yanına çırak olarak girmiş.

Küçük şehzadenin saraya ayak bastığını hisseder etmez, altın at kişnemeye, altın kuş ötmeye, altın kız da konuşmaya başlamaz mı? Uşaklar koşup durumu padişaha bildirmişler. Padişah :

Bugün sarayıma kim geldi? diye sormuş. Aşçının bir çırak aldığını söylemişler. O çırağı çabuk getirmelerini emretmiş.

Küçük şehzade babasının karşısına çıkar çıkmaz hemen ellerine sarılmış. Padişah da onu tanımış, sarmaş dolaş olmuşlar. Küçük şehzade başından geçenleri babasına anlatmış.

Padişah, küçük kardeşlerini kıskanıp ona fenalık yaptıkları için en büyük oğlu ile ortanca oğlunu saraydan çıkarmış, ağır görevlerle memleketin en uzak köşelerine yollamış. Bunlar ömürlerinin sonuna kadar orada kalacaklarmış.

Padişah, küçük oğlunu cesaretinden, yılmazlığından, başardığı işlerden ötürü kutlamış. Kır gün, kırk gece düğün yaparak altın kızla onu evlendirmiş.

Bir yıl sonra şehzadenin topuz gibi bir oğlu dünyaya gelmiş. Oğlan bir yaşını geçip sarayın bahçesinde oynamaya başlamış. Bir gün yine bahçede oynarken bir tavşan gelip bu küçük oğlanı kovalamış. Tavşan ertesi gün de gelip oğlanı kovalayınca, iki gündür tavşanı gören uşaklar şehzadeyi bundan haberdar etmişler. şehzade ertesi gün bahçenin bir köşesine saklanmış, eline oku alıp beklemeye başlamış.

Hayvan her zaman ki gibi gelip küçük oğlanın peşine düşünce, babası nişan alıp okunu atmış. Ok tavşana değer değmez, tavşan bir anda yok olmuş. Fakat onun yerinde bir genç kız ortaya çıkmamış mı? Küçük şehzade “bu da ne?” gibi şaşkın şaşkın bakarken, genç kız :

Beni tanımadın mı ağabey, demiş. Küçük kardeşini bu kadar çabuk mu unuttun? Genç kız, sözlerini tamamlamadan küçük şehzadeye doğru yürürken, şehzadenin de aklı başına gelmiş, küçük yaşta iken ortadan kaybolan kardeşini hatırlamış, o da ona doğru koşmuş. İki kardeş birbirlerine sarılmışlar. Sonra el ele verip saraya koşmuşlar.

Hiç ummadıkları bir zamanda, yıllarca önce kaybolan kızlarına tekrar kavuştukları için padişah da, sultan da son derece sevinmişler. Kız, başından geçenleri şöyle anlatmış:

Bahçede oynarken önüme bir tavşan çıktı. Gülerek beni çağırdı. O gitti, ben gittim, o gitti, ben gittim. Bir mağaraya girdi. Ben de arkasından girdim. Bana bir toprak tası işaret ederek içindeki şeyden içmemi istedi. Ben de içtim. İçer içmez sihirli bir tavşan oldum. Hem tavşanların dilinden anlayarak onlarla düşüp kalkıyor, hem de insanlarla konuşuyordum. Ağabeylerimin önüne çıkıp yol gösteren, küçük ağabeyimi felaketlerden kurtaran tavşan, bendim, anladınız mı şimdi?

O yıldan sonra, sarayın bahçesindeki elma ağacının değerli elmasını hiçbir kuş almamış.

Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine...


NOT: büyük küçük herkesler okusun diye.. en sevdiğim masallardan biridir kendisi.. diğer güzel masallar için bknz: Naki Tezel.. Türk Masalları 1-2


25 Ekim 2010 Pazartesi

seviş yolcu__ cemal süreya


Seviş Yolcu
1.
Gurbet yavrum garba düşmektir gurbet
Çiçeklerden gelincik içinde Bünyamin sevgisi

2.
Yürüdün gittin eski kurganlar üstünden kent kent
Kulağında ama bir çömleğin kırılma sesi

3.
Barış demiştir ve güvercin tıkmışlardır boğazına
Bu yüzden edep kuralı gözetmez Anadolu ermişi

4.
Bu yüzden kimi zaman zordur ayırmak
Üstünü başını yırtmış ağıtlardan şiiri

5.
Bir dostluk hastalığı senin şiirin
Sümbül diye genzine bastırırsın akrebi

6.
Öyle durur bir kıyının serüveninde ceset
Odan öyle sevinçsiz yüzün öyle serin ki

7.
Yine de bir elinle kapıyı aralarken
Öbür elindeki titreme dünyanın anadili

8.
Merkezefendi'nin gizli barınağından
Bu açık hava kahvesine getirdiğin ne ki

9.
Bir kentin ortasındasın boyuna saatini kuruyorsun
O durursa hayatın da duracak sanki

10.
Evler eski bir uygarlığın dingin lağımları
Sokaklarsa çatışıyor temizliyor birbirini

11.
Anımsar mısın toros ekspresinden inmiştiniz
Biletlerinizden ibaretti ikinizin de kimliği

12.
Bahçelerden geç parklardan köprülerden geç git
Aşklar da bakım istiyor öğrenemedin gitti

13.
Seviş yolcu büyük sözler söyle ve hemen ayrıl
Uçurumlar birleştirir yüksek tepeleri

.

Cemal Süreya


2 Ekim 2010 Cumartesi

sergüzeşt-i festival-i sahaf..


ben öyle çok aktivite takip eden, onlara düzenli katılan, program yapan ve gerçekleştiren biri değilim.. eğer bir aktiviteye katılıyorsam bu mutlaka doğaçlama bir takım gelişmeler sonucu olmuştur..
4. beyoğlu sahaf festivaline katılımım da tam böyle oldu.. almak istediğimiz bir kitap için gitmiştik sahaflara, festivalin başlamısından bir gün önce gittiğimizden haberimiz yoktu tabi.. bir çok dükkan kapalıydı, bazılarında hummalı bir çalışma vardı.. anlam veremedik, üzerinde teoriler geliştirdik.. kitap dolu kolilerin vefat eden insanlardan geldiği, yayınevlerinden aşırıldığı ya da birinin yüklü bir bağış yaptığı gibi fikirler üzerine tartışmalara girdik arkadaşımla.. sahaf gezisinin sonunda bir sahaf teyze bize sahaf festivalinin yarın başladığını aradığımız kitabı orada bulabileceğimizi söyledi.. gizemli kitap kolilerinin esrarı da böylelikle çözülmüş oldu.. umutsuzlukla çıktık oradan belki festivale gidebilirdik.. aradan zaman geçti ben tam da festivalin bittiğini bir güzel aktiviteyi daha kaçırdığımı, bunun zaten hep başıma geldiğini düşünürken tarihinin uzatıldığını öğrendim ve aynı arkadaşımı kolundan tuttuğum gibi taksime götürdüm..
düşündüğümüzden çok daha büyüktü festival alanı.. bir sahaftan öbürüne koşuyor keşke daha paralı bir zamanımıza denk gelseydi diye hayıflanarak, kitaplara bakmaktan şaşı olma tehlikeleri atlatarak, neden bizim pikabımız yok ki diye dizlerimizi döverek ( beatles plaklarından arkama bakmadan kaçtım zira), ellerimiz kir, pas, genzimiz toz dolarak ama hepsinden de çok büyük bir keyif alarak hiç bir sahafı atlamamaya çalışarak gezdik tüm sahafları.. plaklar, eski fotoğraflar, bittabi kitaplar, dergiler, (okumakta güçlük çeksemde) osmanlıca kitaplar, eski gazeteler, afişler, posterler arasında geçirilen 2-3 saat gibisi var mı a dostlar.. ve gayet mutlu elimizde pahada hafif, yükte ve bilgide ağır kitap ve dergilerle oradan ayrıldık.. fiyatların oldukça uygun olduğunu söylememe gerek yoktur herhalde:) zira daudet'in saphosunu 2 tl'ye görünce hoplayıp dans etmemek için kendimi zor tuttum.. toplumsal tarih, kitap-lık, sanat dünyamız dergilerinin eski sayıları, sapho, türk masalları kitapları benim sahaf festivali hasılatım.. bir sonraki seneye daha bol parayla daha karlı hasılatla katılmak ümidiyle..
son olarak sahaf festivali için yarın son gün, ısrarla katılınız:)

25 Eylül 2010 Cumartesi

sardalye sokağı- john steinbeck


" sardalye sokağının sakinleri bir zamanlar birinin de dediği gibi ' fahişeler, pezevenkler, kumarbazlar ve hergeleler' yani herkestir. aynı kişi bu sokağa başka bir pencereden bakmış olsaydı, sokak sakinleri için 'azizler, melekler, şehitler ve kutsanmış kimseler' diyebilirdi pekala. "

yazar kitabın ikinci cümlesinde sardalye sokağında yaşayanları böyle tanımlıyor. kitap boyunca anlatılanların en güzel açıklaması da kesinlikle bu. dışarıdan bakıldığında ilk sıralanan sıfatları kolaylıkla yakıştıracağınız üzerinde daha fazla düşünmeyeceğiniz kimselerdir sardalye sokağındakiler. hatta belki bu sıfatlara filozofu da ekleyebiliriz. doc' ın da dediği gibi.. bu sokakta yaşayanlar hayatı çok iyi tanırlar ama sizin, bizim gibi yaşamazlar. özgürdürler, paraları yoktur, para kazanma kaygıları da. para lazım olduğunda, canları bir şey istediğinde onu nasıl kazanacaklarını çok iyi bilirler. huzurludurlar, belki de en çok bu yüzden. olabildiğine gerçek bir masal diyarı sardalye sokağı. bu masalın hem olağan hem olağandışı, toplumun görmezden geldiği buna rağmen bir tarafları hep iyi niyetli kalmış kahramanlarını çok seveceksiniz sevgili okurlarım.

yazarın hayatının büyük kısmının geçtiği kaliforniyanın küçük sahil kasabası monterey.. montereyin en sefil sokağı sardalye sokağı..boş arsanın arkasında kurulmuş salaş palas.. palasın sakinleri mack ve dostları.. salaş palasın ve bakkal dükkanın sahibi lee chong.. dora'nın namuslu ve asil kerhanesi ve çalışanları.. herkes tarafından iyilik yapılası adam,batı biyoloji laboratuvarı sahibi ve steinbeck'in de dostu olan başka kitaplarına da konu olmuş önemli kişilik doc.. konserve fabrikasından atılmış eski kazanda yaşayan malloy ailesi.. çılgın fransız ressam henri (yazarın deyimiyle: fransız olmayan, adı da henri olmayan, aslında ressam bile olmayan)..sokağın erkek kedilerinin nereye gittiğini anlamaya çalışan dişi kediler.. kedilerle çay partisi yapan eğlence organizatörü mary talbot.. sokağa taşındığına taşınacağına pişman olan yer sincabı.. sevgili.. kurbağa tarihinde görülmemiş felaketler.. uğursuzluklar, talihsizlikler, salaş palastan yayılan umut dalgaları, kavgalar, telafiler, partiler.. steinbeck'in muhteşem anlatısıyla bir okuma şöleni..

steinbeck bu sokağı olduğu gibi hayal dünyamıza taşıyor.. taşına, toprağına, sincabına, kurbağasına, kedisine, ebegümecilerine, deniz kokusuna, yavru ahtapotlara, deniz hıyarlarına bile dokunmadan..olduğu gibi.. ve siz de o sakinlerden biri oluveriyorsunuz.

bilge şahsiyet doc' a bir kulak verelim: "Bir insanda hayranlık duyduğumuz özellikler, yani iyi niyet, cömertlik, dürüstlük, açık sözlülük, hoşgörü ve duyarlılık gibi şeyler bizim sistemimizde başarısızlığa eşlik eden özellikler. Sertlik, açıkgözlülük, hırs, acımasızlık, bencillik ve kendini beğenmişlik gibi istenmeyen özelliklerse insanı başarıya götüren araçlar. Bizler iyiliğe hayranlık duyuyoruz ama kötülüğün meyvelerini seviyoruz."

itirazı olan?

duydum ki sardalye sokağı sakinleri 'yukarı mahalle' de 'tatlı perşembe' günü tekrar bir araya gelmişler.. görüşmek ve tekrar aralarına karışmak dileğiyle..

esen kalın..

22 Eylül 2010 Çarşamba

bir bestseller okuyucusunun dramı.. Kayıp Gül- Serdar Özkan


çok eski zamanlarda henüz bir ortaokul öğrencisiyken bir edebiyat öğretmenim okumanın faydalarını bize açıklarken şöyle bir cümle kurmuştu: kitap okumak hiç bir zaman kötü sonuçlar doğurmaz, kötü yazılmış bir kitap dahi okusanız, bir kitabın nasıl olmaması gerektiğini görürsünüz!ben de bir kitabın nasıl olmaması gerektiğini "kayıp gül" isimli güzide romanda görmüş bulunuyorum.

kitabı okuma hikayemi kısaca anlatayım istiyorum önce. ablamla beraber bir kitapçıda gezinirken bu kitap gözüme çarptı. üzerinde "simyacı, küçük prens ve martıyı sevenlerin mutlaka okuması gereken bir kitap." yazısının yanı sıra, türklerin küçük prensi gibi müthiş bir iddia vardı. küçük prens kitabını (gayet tabii, pek tabii) çok seven biri olarak hakikaten merak ettim ve kitap ablamın (aynı zamanda da benim:) kitaplığıma girmiş bulundu. günlerden bir gün gözüme ilişti ve alıp okumaya başladım.
emeğe saygım sonsuzdur, asla yanlış anlaşılmak da istemem diyerek başlayım eleştirilerime. 6 yıldır türk dili ve edebiyatında okuyan biri olarak da az buçuk söz hakkım olsun:)

romanın bize anlattığı tam olarak: başkalarının söylediklerine kulaklarınızı tıkayın, olduğunuz gibi olun, içinize dönün, başkalarının sizden olmanızı istediği gibi olmayın kendiniz olun! (daha kısa, şarkılı türkülü anlatım için bknz: başkası olma kendin ol!). iyi tamam güzel ben de seviyorum bu fikri. çok güzel düşünülmüş yalnız yazarın internet sitesinde ve kitabın arka kapağında, bol bol kitabın 31 dile çevrildiği, 40'ı aşkın ülkede yayımlandığı reklamlarını okuyoruz. kitap hakkında kitabın arka kapağında bile yabancı gazetelerde çıkan yorumları var, içeriği hakkında ise sadece bir cümle. e hani içimize dönecektik, önemli olan özdü? kitap bu noktada kendiyle çelişiyor. reklam stratejisi kitabın içeriği üzerine değil, tamamen bu çok satma ve başka başka ülkelerde söylenen sözler üzerine kurulu. bu da kitabın samimiyetini düşürüyor tabi böyle bir iddiası varsa. kitabın bize anlattığı mesaj samimi olamadığı gibi kitap boyunca bir derinliğe de ulaşamıyor. sonuna kadar umutla bekledim, sabrettim ama romanın sonunda da çok büyük hüsrana uğradım. sadece bir bölümde" ahanda dişe dokunur bir fikirle yoğrulmuş bir hikaye geliyor galiba" dedim onun da sonu nasrettin hoca fıkrasına bağlandı ve benim kitapla bağlantım o anda koptu. hayır hikayenin akışında bi şekilde yer alabilir tabii ki ama öyle bir şekilde bağlanıyor ki -samimi değil kısmını yukarıda söylemiştim- eğretiliğine şaşırıveriyorsunuz. "gül" imgesi ile ilgili olarak da klasik edebiyatta ve tasavvufta geniş yeri olan "gül", bu kitapta konuşan, bize ders veren bir çiçekten ileri gidemiyor maalesef. sığ sularda takılı kalıyor, derinliğine kavuşamıyor.

bu kitapla ilgili okuduğum ve aşağıda linkini verdiğim yazıda doğu ve batı arasında bir köprü kurduğundan bahsediyor. bense kitabı okurken bir batılının gözüyle doğu medeniyetine bakıldığını gördüm. hatta bir çeviri kitap okuyorum hissine kapıldım. ya yazar bu medeniyete çok yabancı ya da ben başka bir yere aitim karar veremedim:)
kitapla ilgili bu yazıda şu bölüme de dikkati çekerek yazımı bitireceğim: "Kayıp Gül'ün kahramanı Diana'nın peşine takılan okur, başta Türk kültürüne olmak üzere, Yunan mitolojisinden Yunus Emre'ye; William Blake'ten Sokrates'e; doğu mistisizminden Küçük Prens'e; Meryem Ana'dan Nasrettin Hoca'ya; modern yaşantıdan metafiziğe; gerçek dünyadan düşlerin dünyasına ve San Francisco'dan İstanbul'a uzanan bir yolculuğa çıkıyor." burada adı geçen şahıslar ve kültür harmanlaması kitapta da aynen böyle, adı yüzeyden sıyırılmış bilgilerle geçiştiriliyor. öyle derinlikler beklemeyin diye söylüyorum.

çok mu acımasız oldu ve ben derdimi anlatabildim mi bilmiyorum ama kesinlikle tavsiye etmiyorum. ya da siz de hocamın öğüdüyle kötü roman nasıl olur bakmak istiyorsanız buyurun burdan yakın.

" turuncu kitaplıkta elçinin peşine takılan okur, stephen king' ten harry potter'a, kayıp güllerden öldüren sislere oradan nadya ile çehov'un peşinden kızakla uçurumlardan kayıyor. müthiş bir harmanlama. dünyanın dört bir tarafında binbir dile çevrilmedi henüz ama google translate işinizi görebilir." ( hürriyetin hayal meyal köşesinden- esengül bağrıyanık)

esen kalın:)




23 Temmuz 2010 Cuma

anton çehov - şaka

bugün en sevdiğim anton çehov öykülerinden biri olan "şaka" adlı öyküyü yazımıza konu edineceğiz sevgili okurlarım..ben sizin yerinizde olsam kaç kişisin ki diye sorardım gereksiz çoğul kullanımına karşıyım. bir cümlelik ciddiyetim de burda son bulmuş oldu. neyse benim okuduğum çeviri aşağıda verdiğim linkten daha farklıydı, başka bir versiyonunu da internetten bulamadım, yine de bir göz atmak isterseniz tıklatınız:

öykü bir tepede kızakla kaymak için orada bulunan iki genç arasında geçer.. kaymaktan korkan nadenka ısrarlara dayanamaz razı olur ve genç adam tepeden kayarlarken seni seviyorum nadya diye fısıldar.. rüzgar mı yoksa genç adam mı söylemiştir bu sözleri? bu nadenka için önemli bir o kadar da romantik bir gizemdir.. genç kadın korktuğu halde kaymak ister, o gün, o günün sonrasında.. ve her kayışlarında o gizemli sözleri duymaya devam eder.. genç adama sorup öğrenemediği soruları rüzgara sormak için tek başına da kaymaya gider, o yokken de duymuş mudur o aşk sözlerini bilinmez ama nadenka o sözleri kim söylerse söylesin duymak istemektir.. o sözleri aramaktadır, aşkı aramaktadır.. "hangi kaptan içtiği önemli değildir, önemli olan sarhoş olmak".
böyle tatlı bir arayış, bekleyiş ve gizemin öyküsü bu.. kim bilir belki o kızağa binip de rüzgarla karışık sevgi sözlerini siz de duysaydınız, o sözlerin peşine korku ve merakla siz de atılırdınız. nadenka hiç bir zaman emin olamıyor, ömrünün sonuna kadar o sözleri açıkça duymuyor, evlenip 3 çocuk sahibi olduğunda bile hala merak ediyor belki.. yazara göre nadenka o kışı ve o sözleri hiç unutmadı. ama aslında bu konu da genç adam için asla emin olamayacağı bir nokta bence:)
aşk sözlerinin uçuculuğu değil ama aşkı, sevdayı özlemenin, bir sevilme ihtiyacının, sevgi sözlerinin büyüleyici etkisinin basit ve gerçek anlatısını yüzümde tebessümle okudum. şakacı isimsiz kahramana da esef etmekten kendimi alamadım:)
düşünmeden de edemiyorum, acaba bu öykü 19. yüzyıl değil de 21. yüzyıla ait olsaydı nadenka nasıl bir tepki verirdi? ben olsam kesin sorardım ne diyosan açık konuş arkadaşım ne o öyle fısır fısır (of ama bozduk yine ciddiyeti). zamane kızları benden daha fazlasını da yapabilir, genç delikanlının akibeti çok daha farklı olabilirdi.. ama bu öykü kadar tatlı olmazdı herhalde.
neyse efendim ilk acemice yazılmış kısa öykünün kısa didiklemesi yazıma da burda son verirken iyi okumalar,esenlikler diliyorum.




21 Temmuz 2010 Çarşamba

beni affet harry!


ne o attın tuttun içimdeki entellektüel de yazarım okurum izlerim de bidi bidi diye sonra da çekip gittin diye mi düşünüyorsunuz! hayır yanılıyorsunuz.. okudum da izledim de işte önümde buraya yazmak için not aldığım bir sürü kitap, film, öykü ismi ve notları var.. belki de evet gün bugündür! hepsini bi anda yapamıcam tabi 2 -3 seneye yaymayı düşünüyorum (geniş bir zaman aralığı vereyim ki sözünde durmadı denmesin.)

bu bir özür yazısıdır!
yıllar yıllar önceydi.. türkiyeyi ve dünyayı kasıp kavuran popüler mi popüler bir kitap serisi vardı.. herkes sıradaki kitap çıksın diye dört gözle bekliyor.. çıktığında ilk 24 saatte milyonlara ulaşan satışlar yapıyor yazarını zengin ediyordu.. filmleri çekiliyor herkes heyecanla salonları dolduruyordu.. üstelik de bu bir çocuk kitabıydı.. evet sevgili harry potterdan bahsediyorum. bütün bunlar olurken ben aman canım abartılıyor popüler kültür işte diye burun kıvırıyordum.. kitapları hiç okumadığım halde merak etmiyor, beğenmiyor zaman kaybı diyerek uzak duruyordum.. filmlere şöyle bir bakıyor adam akıllı izlemiyor küçümsüyordum! müptelalarına çık çık çık nidalarıyla daha faydalı şeyler okumalarını öğütlüyordum.. bir hermione kadar burnu büyük ve ukala idim.. şimdi aradan yıllar yıllar geçtikten, yaşlandıktan, çocuk edebiyatına merak saldıktan sonra iki hafta içinde 3 harry potter kitabını nefes almaksızın okudum! seriyi tamamlamak, filmleri adam gibi izlemek için yanıp tutuşuyorum! harry potter hakkında ne bulursam okuyorum! ve daha önceki düşüncelerim için harry potterın beni lanetlemesinden bir sabah kalktığımda kendimi dev bir sümüklü böcek olarak bulmaktan korkuyorum. geceleri rüyamda azkabanda ruh emicilerle öpüştüğümü görüyorum! beni affet harry! ben kötü biri değilim, bütün bunları -kim olduğunu bilirsin sen- tarafında olduğum için değil cahilliğimden ve önyargımdan yaptım! çok pişmanım..

şimdi bundan çıkardığım ders ile birlikte fantastik edebiyatın enginine kendimi atmak, hatta stephen king okumak ve önyargılı olduğum tüm alanlara el atmak istiyorum.. alacakaranlık okur muyum bilmiyorum daha vakit var bir modası geçsin de:))




9 Mayıs 2010 Pazar

korkularınla yüzleş! (the mist..öldüren sis)



ilk yazıma hiç tasarlamadığım bir şekilde gayet doğaçlama bir biçimde başlıyorum. the mist türkçesiyle "öldüren sis" bir stephen king uyarlaması.. yıllardan beri stephen king kitaplarını da yapılan uyarlamaları da sevmem. belki lise yıllarında herkeslerin bunları okuyor olmasıyla bir ilgisi vardır belki onlara doğal bir tepki geliştirmişimdir. itiraf etmek gerekirse hiç okumadım ve okumayı da düşünmüyorum. film söz konusu olduğunda kitaplarda yaptığım seçiciliği yapmıyorum ve bu filmi gayet başarılı bir şekilde sonuna kadar izledim. kısaca konudan bahsedeyim, kasabaya çöken gizemli sisten kaçan bir grup insan bir markette sıkışmıştır. dışarıda ne olduğunu bilmemektedirler ve korku insanları esir alır. başlarına gelen bu felaketin yanı sıra aralarındaki çekişmeler, ölümcül tehlikeler, sorgulamalar, anlaşmazlıklar,korku ve sonuçları ile de boğuşmak zorundadırlar. bu gizemi çözecek bir açıklamaları yoktur çünkü dış dünyayla hiç bir şekilde bağlantı kuramamaktadırlar. filmin genel atmosferi, medenilik, korku, inanç göndermeleri hoşuma gitmedi değil. özellikle ana karakterden birinin ettiği "insanlar medenidir evet güvenli hissettiklerinde ve 911'i arayabildiklerinde" sözü üzerinde düşünmeme de sebep oldu. güvenli olduğumuzu düşündüğümüzde ve korku baş gösterdiğinde medeni insan kimliğini bir kenara bırakıyor olmamız ve yabanileşmemiz anlaşılabilir bir süreç. çünkü temel dürtümüz: hayatta kalmak! filmin bir diğer çarpıcı kısmı ise birden bire kendini mesih ilan eden bir kadının etrafındaki kitleyi bir anda genişletmesi ve insanların ona gerçekten inanmaları. öyle ki sadece ufak bir grup onların dışında kalıyor. insanların korkuyla inanacak, sığınacak bir şeye muhtaç olmaları çarpıcı bir şekilde işlenmiş. inanılan şey her zaman çok mantıklı olmasa da bu güven hissini uyandırmada önemli bi faktör. başımıza olağanüstü bir şey gelmese de yaptığımız şey bu değil mi zaten?
her neyse filmin sonundan gerçekten nefret ettiğimi de söylemek isterim ilk yazımı bitirirken. aslında etkileyici bir son olmakla beraber insana hani ya "umut" dedirtiyor doğrusu.. söyleyemeyeceğim tabiyki merak etmeyiniz:)
ilk ahkam yazımı kısa kesiyor esenlikler diliyorum..

başlangıca edit..

sadece kitap değil film olur, gidebilirsem tiyatro olur, söyleşi olur her türlü kültürel aktivetemi paylaşmayı üzerine yazmayı çizmeyi eleştirmeyi düşünüyorum burada.. vatana millete hayırlı uğurlu olsun..

17 Mart 2010 Çarşamba

başlangıç..

buraya yazdıklarım roman, öykü, şiir eleştirisinden çok okuduklarımın bende uyandırdıkları ile ilgilidir. nacizane görüşlerimi açıklayacağım, ukalalık yaparsam affola..